Öğle tatilinden dönüp odama geldiğimde, masanın üzerine bırakılmış yığınla dosya ve posta zarfını görünce, canım sıkıldı. Bunun sebebi yeni yılın yaklaşıyor olmasıydı ve son haftaya girmiş olmamız posta trafiğini iyice arttırmıştı . Yerime oturup, önce telefonun ahizesini kaldırdım ve kendime talebe işi bir kahve söyledim. Sonra posta yığınını önüme doğru çekip, evrak zarflarıyla, tebrik zarflarını birbirinden ayırmaya başladım.
Ağzı açık büyükçe bir zarfın içindekileri alırken, masama başka bir zarf daha düştü. Minik bir tebrik zarfıydı bu. Üzerindeki adresi okuyunca, şaşıp kaldım. ” Bu zarf buraya nasıl girmiş olabilirdi ki? “ O sırada çay ocağından, Rıza, elindeki kahve tepsini sallayarak içeri girdi ve yüz ifademe bakarak,
-Hayırdır ablam? Donmuş kalmışsın öyle? Dedi. O kahvemi masanın üzerine bırakırken,
-Evet, haklısın Rıza… Dedim.. çok şaşkınım şu anda…. Bu zarf bize gelmemiş…. Ama kime gönderilmiş biliyor musun?
-Yok ablam.. Nerden bileyim? Yanlış gelmiş madem, ver sen bana yarın postacıya iade ederim ben.
-Tamam da Rıza… Benim şaşırdığım nokta, zarfın bize yanlışlıkla gelmesi değil.. Gitmesi gereken adres… Dedim. Rıza bir elinde kulplu tepsisi bir eli belinde karşıma dikilmiş, bakıyor.
-Ee..Nereye gidecekmiş peki ?
Derin bir iç çekip adresi okudum. “ Sn. Sabahat Gerede / Seyran bağları Huzur Evi - ANKARA”
Gönderildiği yer ise, Anadolu’da başka bir huzur evinin adresiydi. Ankara’ya kadar gelen zarf, postanedeki karışıklık nedeniyle, yönünü şaşırıp İstanbul’a ta benim masamın üzerine kadar gelmişti. Huzur evinde yaşayan ve birbirlerine kutlama mesajı gönderen insanlar içimi sızlatmıştı.
Bu zarfın gerektiği yere varamamış olmasına gerçekten çok üzülmüştüm. Onu Rızaya geri verirken, ertesi gün unutmadan postacıya teslim etmesini sıkı, sıkı tembihleyip işime döndüm. Ancak bir türlü kendimi işe veremiyordum. Nedense aklım o minik zarfta ve üzerindeki adrese takılı kalmıştı.
“Ya Rıza postacıya vermeyi unutursa!... Ya postacı alırda, postaneye geri götürmek yerine, bir kenara koyarsa!… Yok, yok bu ihtimallerle beynimi daha fazla meşgul edemeyecektim. Sonunda dayanamayarak, ahizeyi kaldırdım ve çay ocağının numarasını çevirdim.
-Buyur ablam !
-Rıza… Zarfı nereye koydun?
-Hiç ablam.. Burada masanın üzerinde duruyor... Dediğin gibi yarın postacıya teslim edeceğim..
-Vaz geçtim… Sen hemen bana geri getir onu.
***
Rıza başka soru sormadan telefonu kapattı. Gereksiz konuşmalara karşı tavrımı bilirdi. Az sonra elinde zarf, gözlerinde soran bakışlar odama geldi
-Ben akşam çıkışta kendim postaneye bırakacağım, hadi sen bak işine Dedim….
Canına minnetti eminim. “Sen bilirsin ablam” deyip gitti. Postacımız da, Rıza da unutkanlıklarıyla mimliydiler. O yüzden her ikisine de itimadım yoktu Mesai bitimi yaklaşırken bu minik tebrik kartını, şirketimizin antetli zarfına, yerleştirip, İstanbul’a nasıl geldiğini izah eden kısa bir de not ekledim.
“Sabahat hanım.
Size ait olan bu tebrik kartı, yanlışlıkla başka bir zarfın içine gizlenerek, Ankara’dan şirketimize kadar gelmiş.
Ait olduğu adrese geri gönderiyorum ve bu vesileyle ben de sizin yeni yılınızı kutluyor, ellerinizden öpüyorum.
Saygılarımla,
Zarfı kapatıp çantamın içine koydum. Taksim postanesi yolumun üzerindeydi. İş çıkışı doğruca oraya gidip “APS” olarak zarfı Ankara’ya postaladım. “Oh! ….” Nasıl da rahatlamıştım. Huzur içinde sektirerek, evimin yolunu tuttum.
Ertesi gün işe başladığımda günlük koşturmalar yeniden başlamıştı.Yılbaşı haftası, o koşuşturmaca içinde çarçabuk geçmiş ve yılbaşı gecesini de her yıl olduğu gibi, ailece bir arada eğlenerek evimizde geçirmiştim.
Ancak, yeni yılın ikinci günü, annem rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldı. Sorun midesindeydi ve hemen ameliyat olması gerektiği söylenmişti. Kardeşim, ağabeylerim ve eşleri, onun yanındaydılar.
Çok önemli bir toplatı olduğundan ben işe gitmek zorunda kalmıştım. "Burda ne işim var, orda olmalıyım ben" diyordum ama insanın öncelikleri bazen böyle acımasız biçimde yer değiştirebiliyordu. Neyse ki, her şey yolunda gitmiş toplantı, gayet güzel bir şekilde sona ermişti. Telaş içinde odama koştururken, koridorda karşılaştığım arkadaşım “Kardeşimin telefonla aradığını ve annemin ameliyatının çok iyi geçtiğini “ bildirdiğini söyledi.
Çok rahatlamıştım. Bir an önce annemin yanına koşmakiçin can atıyordum. Elimdeki dosyaları çalışma masamın üzerine bırakıyordum ki işte “O zarfı “gördüm. Alelade bir posta zarfıydı ama üzerindeki adres, onu mühim kılıyordu. Çünkü bu zarf yine Ankara, Seyran bağları Huzurevinden geliyordu ve bu kez bana hitaben yazılmıştı. Oysa ben bu olayı çoktan unutmuştum bile. Birden öyle heyecanlandım ki, kalbimin atışları nerdeyse dışarıdan duyulacaktı.
***
Hemen yerime oturup, titreyen ellerimle zarfı açtım ve mektubu çıkarttım.. A4 ebadında ikiye katlanmış bir kağıttı. Dört sayfa olarak ve çok güzel bir el yazısı ile kaleme alınmıştı.
“Muhterem Billur hanımefendi,
Nezaketiniz, ve asil davranışınız, beni pek çok mutlu etti. Bu davranışınız için size çok teşekkür ederim. Olgun ve sevecen bir insan olduğunuzu göstermiş oldunuz.
O gün. Yani mektubunuzun elime geçtiği Cuma günü (29.12.1996) trafik kazasında kaybettiğim oğlumun hatim duası yapılmıştı. Öyle acılı ve de üzgün bir günde, bana şifa veren pusulanızı alınca, inanınız ki, sanki acımı unuttum ve de ne kadar mutlu oldum anlatamam.
Billur hanım…. Kızım olmadığı için zaten kız evlatlarına ayrı bir sempatim vardı. Hele sizin gibi insanlık örneği bir hanımefendiden bu davranışı görmekle, bende kız evlatlarının analar üzerinde ayrı bir yeri olduğunu bir kere daha anlamış bulunmaktayım. Yüce Allah’ım sizi ve de ailenizi ve firmanızı daima korusun, her şey gönlünüze göre olsun ve tüm dileklerinizi kabul eylesin…
Daha buna benzer bir çok güzel söz ve iltifattan sonra “Hasta olduğu için bana hemen cevap yazamadığını, ama şimdi daha iyi olduğunu…. Hava Harp okulunda kıdemli bir yüzbaşı iken ayrılıp, uzak yol kaptanı olan bir oğlu daha olduğunu, … Ama sekiz yıldır ne onu, ne de torunu göremediğini. Gelininin o yokken kendisini bir kez bile arayıp, ilgilenmediğini o yüzden kendi isteği ile huzur evinde kalmayı seçtiğini, en azından orada yalnız olmadığını ve orada olmaktan mutlu olduğundan bahsediyordu.
Bu satırlar fena halde yüreğime dokunmuştu. Göz pınarlarıma dolan yaşlar yanaklarımdan süzülürken son satırlara gelmiştim.
“Postane ne iyi etmişte, benim zarfımı yanlışlıkla size göndermiş. Böyle hatalara can kurban. Bana bu zamanda çok az bulunan, hem de insanlık örneği tekamül etmiş bir dost kazandırdı. Sizi de müsaadenizle sevdiğim dostlarım arasına koyacağım. Bundan da gurur duyacağım. Ne mutlu sizi doğuran anaya… Önünde saygıyla eğiliyorum.
Not: Yaşım 76 bilmem yazımımı okuyabilecek misiniz? / S.Gerede
Mektup elimde masanın üzerine kapandım. Anacığımın ameliyat stresi, üzerine toplantının heyecanı, bir de bu beni kahreden mektup üst, üste gelince, duygusal açıdan çökmüştüm. Yan odadaki arkadaşım Semra, hıçkırıklarımı duyup yanıma koştu.
-Ayy.. Billur’cuğum ne oldu ya.?.... Yoksa Bedriye teyzeye bir şey mi oldu?
Tabi ki aklına ilk gelen, hastanedeki annem olmuştu. Cevap verecek durumda değildim. Yanlış gelen zarfın hikayesinden ona daha önce bahsetmiştim. Durumu bildiği için, sadece elimdeki mektubu ona uzatmakla yetindim.
O okumaya başladığında ben de yerimden kalkıp, kendimi toparlamak için tuvalete gittim. Aynadaki görüntüme bakıp, içimden “Bütün yaptığım fazladan yarım saat harcamaktı. Ama bu davranışımla, kilometrelerce uzakta, hiç tanımadığım bir insana KOCAMAN bir MUTLULUK vermişim meğer, inanamıyorum.... diye geçirdim. Şimdi ben de çok mutluydum.. İyi ki böyle bir fırsat geçmişti elime. Mektubu çantamın içine atıp, doğruca hastanenin yolunu tuttum.
***
Birkaç gün sonra Ankara'da yeni kazandığım dostuma şöyle bir mektup yazdım.
“Sevgili Teyzeciğim ----------------------------------------------------- 13.01.11996
Mektubunuzu alalı üç gün oldu. Fakat yoğun bir iş temposu içinde olmamız nedeniyle, çok isteme rağmen, hemen cevaplayamadım. Yaşınız dolayısıyla mektubunuzu okuyamayacağımdan endişenizi belirtiyorsunuz. Oysa ben gerek yazı tarzınıza, gerekse ifade şeklinize hayran kaldım. Günümüzde bir çok genç ve eğitimli insan biliyorum ki, yazılarını okumak için tercüman gerekli.
Muhterem teyzeciğim, yaptığım ufacık jestin karşılığında, bana onca iltifat etmeniz karşısında, öyle duygulandım ki, yazarak ifade etmem imkansız. Oysa bunu yaparken bana çok doğal gelmişti. Karşılığında sizi bu kadar mutlu edeceğimi doğrusu hiç düşünmemiştim.
Nasıl bir tesadüftür ki, sizin mektubunuzu aldığın gün, annem ağır bir ameliyat geçirmişti. Yanında olamadığım için çok huzursuzdum. Benim satırlarım nasıl ki, size bir hoşluk verdiyse, aynı huzuru ben de sizin sarf ettiğiniz, güzel sözlerle dolu mektubunuzda buldum.
O gün doğruca hastaneye annemin yanına koşarken, beraberimde sizden gelen mektubu da götürdüm. Odasına girdiğimde o da tam manasıyla kendine yeni geliyordu. İskemleyi yatağının yanına yerleştirip oturdum ve “Anneciğim… Sana bir yudum mutluluk verecek bir mektup okumak istiyorum” dedim. Boşta kalan elini tutup, yolunu şaşırmış "O zarfın” hikayesinden kısaca bahsedip satırlarınızı okudum.
Annem, burnundan midesine kadar uzanan hortum nedeniyle konuşamıyordu ama, elini elimin üzerine getirip, birkaç kez sıktı. İkimiz birden çok duygulanmıştık. Özellikle ”Ne mutlu sizi doğuran anaya, önünde saygıyla eğiliyorum” yazan satırların ardından ve ikimizde göz yaşlarımızı tutamadık. Ama bunlar elbette ki mutluluk göz yaşlarıydı.
Size anneme, böyle büyük bir morali verme şansı tanıdığınız için ayrıca teşekkür ediyorum. Benim teyzem yok Eğer müsaade ederseniz bundan böyle size teyze diye hitap etmek istiyorum.
Ellerinizden sevgi ve saygıyla öperim.
***
Bir sonraki mektubunda, artık Ankara’da bir teyzem olmuştu ve muntazaman birbirimize yazmaya başlamıştık. Bir gün bununla da yetinmeyip rehberden huzur evinin telefonunu buldum. Arayacak ve ona sürpriz yapacaktım. Ancak ben büyük bir sürprizle karşılaştım.
Çünkü Sabahat hanımın yıllardır görmediği kaptan oğlu iki gün önce çıka gelmiş ve onu alıp, bir süreliğine İstanbul’daki evine götürmüştü. Öyle mutlu olmuştum ki bu habere hemen annemi arayıp bu sevincimi onunla paylaştım.
Oğlunun Üsküdar’da oturduğunu öğrenmiştim, ama ne adresini, ne de telefon numarasını biliyordum. Bu kadar yakınıma gelmişken kendisini bizzat görmeyi çok istiyordum doğrusu. Bunu çok yürekten dilemiş olmalıyım. Ertesi gün iş yerimden o beni aramaz mı? Hayretler içinde kalmıştım. Telepati dedikleri buydu işte.
-Sabahat teyzeciğim Dedim…. Seni görmeyi nasıl istiyordum bilemezsin? Ne iyi ettin de aradın. Nerden buldun telefonumu ?
-Nerden olacak yavrum… Bana gönderdiğin ilk zarfın üzerinde yazıyordu….. İstanbul’a giderken seni aramak için yanıma almıştım…. Dedi.
“Doğruya” dedim kendi kendime… İlk gönderdiğim zarf, şirketin antetli zarfıydı.
-Daha buralardasın değil mi? Gelip seni görmek isterim..
-Tabi.. tabi yavrum.. Bende ben de seni görmek için can atıyorum. dedi…Üsküdar’a gelebilir misin? Ayaklarım rahatsız pek yürüyemiyorum da.
-Tabi gelirim… Dedim… Nereye istersen oraya gelirim.. Hiç merak etme sen.
Ertesi kararlaştığımız saatte orada olmak üzere Üsküdar’ın yolunu tutmuştum bile. Adresi bulmakta hiç zorlanmadım, çünkü rahmetli Hala’cığım bir zamanlar çiçekçi semtinde otururdu. Ona ziyarete gittiğimiz zamanlarda çok mutlu olurdum.
Hem kendisine olan sevgimden, hem o zamanlar kullanılan tramvaya binecek olmanın sevincinden. Elimdeki adreste oralarda bir yerlerdeydi ve zorlanmadan bulmuştum.
Zili çaldıktan iki üç dakika sonra, Sabahat hanım, elinde gümüş saplı bir baston, kapıda beni gelini ile birlikte karşıladı. Ben onu mini minnacık zayıf, çelimsiz biri gibi hayal etmiştim hep. Oysa o değil ama gelini bu tarife daha çok uyuyordu.
Sabahat hanım, uzun boylu, yapılı bir hanımdı. Dalgalı ve gri siyah saçlarını kemik bir taçla geriye doğru atmış, gözlüğünü zarif bir zincirle boynuna asmıştı. Birbirimize öyle içten sarıldık ve kucaklaştık ki, görmenizi isterdim.
Koltuklara geçip oturduğumuzda Sabahat hanım. " Seni oğlumun da tanımasını çok isterdim, ama yine kısa bir seyahate çıkttı neyaz ki Dedi.... .....O içten samimi, sevgi dolu mektuplarıyla, hayatıma yeniden gök kuşağını getiren kız sensin demek...
Bir insanı böyle mutlu etmek, inanılmaz bir duyguydu.
O sırada torunu gelip annesinin kucağına oturdu. Sanırım onlar da birbirlerini ilk kez bu sene görüyorlardı. O yüzden çocuk büyükannesine henüz alışmış gibi görünmüyordu. Bu karşılaşma beni ziyadesiyle duygulandırmıştı. Sabahat hanım, göz pınarlarıma doluşan yaşları görmekte gecikmedi.
-Sakın bunu yapma çocuk?… Hemen peşinden gelirim bilesin!.. Bugün yiyip, içip güzel sohbetler edeceğiz.. Hadi gel bak!.... Güzel gelinim bize neler hazırladı…
Gerçekten de çok özenerek yapılmış bir de sofra kurmuşlardı. Birlikte oturup çaylarımızı içtik yapılan, börekleri, kekleri afiyetle yedik ve güzel sohbetler ettik. Vakit gelip, kalkmaya hazırlandığımda,
-Daha ne kadar buradasınız? Diye sordum.
Sabahat hanım, İki hafta sonra Ankara’ya geri döneceğini söyledi ve onu gidene kadar tekrar görme şansım olmadı ne yazık ki.
***
Bir süre sonra çalıştığım şirketten ayrılmıştım. Moralim bozuktu, ancak bir süre başka bir iş aramayacak ve uzun zamandır aklımda olan bir planı gerçekleştirerek, körelen İngilizcemi iyileştirmek için yurt dışına gidecektim.
Yerinde öğrenilen bir dilin çok daha kalıcı olduğunu biliyordum çünkü… Üstelik bunu ilk kez yapmıyordum da. Tıpkı yıllar önce arabamı satarak Amerika yollarına düştüğüm gibi, yeniden arabamı satarak, bu kez İngiltere’ye gidecektim.
Ailem, aklıma koyduğumu yapan biri olduğu bildiklerinden ve ekonomik olarak onlara bir sıkıntı vermediğim için bu kararımın önüne geçmedi. Kardeşimin yardımı ile yine arabamı sattım ve eş dost aracılığı ile de İngiltere’de bir dil okuluna yazıldım.
Uçak havalandığında, geride bıraktıklarımı çok özleyeceğimi biliyordum, ama bir hayalimi daha gerçekleştirmek üzere olduğum için bir o kadar da mutluydum.
***
Üç ay sonra yeniden, derdimi kolayca anlatacak seviyede gelmiştim. Özlemim çoğalınca ve cebimde para tükenmeye yüz tutunca, bende yeniden evimin yolunu tuttum.
Sabahat hanım ilk arayacaklarım listesinde ilk sırasındaydı. Ona İngiltere’de olduğum dönemde de yazışmıştım . Hatta gönderdiği bir mektupta, "Kaptan olan oğlunun, artık onu daha sık aradığını, gelini ile de arasının çok iyileştiği "belirtip.... "Sen bana çok uğurlu geldin çocuk” diye yazması bana çok dokunmuştu.
Huzur evinin telefonunu çevirdiğimde uzun zaman sonra yeniden onun duyacağım için çok heyecanlıydım. Sabahat hanımın hastane hattından ayrı kendi direkt hattı vardı. Oradan aradım ama telefonu cevap veren olmamıştı. Bir kez de santral hattından aradım.
Telefona çıkan görevli bayan Sabahat hanımın artık orada kalmadığını oğlunun onu temelli İstanbul’a götürdüğünü söyledi. Demek ki doğruymuş dedim. Kaptan emekli olunca annesini yanına alacaktı. Bunu gerçekleştirebildikleri için çok sevinmiştim. Hemen Kaptanın Üsküdar ‘da ki evinin numarasını çevirdim. Telefona gelini cevap verdi.
-Alo.. Buyrun?
-Merhaba ben Billur.. Hatırladınız mı?
Gelin hanım bir süre kadar durakladı her nedense.
-Evet.. hatırladım..
-Nasılsınız? Sabahat hanım nasıl?
Gelin hanım tekrar durakladı. Bu kez ilkinden daha uzun sürdü sanki.
-Aloo..
-Evet… Burdayım Billur hanım.. Siz duymadınız galiba!
-Neyi duymadım?
-Sabahat annem “ÖLDÜ”…..
-Ne!!... Ne zaman?.... İçim burkulmuştu. Annem sesime koştu. Soran gözlerle karşımda durmuş, bana bakıyordu.
-Bütün gazeteler yazdı siz nasıl duymadınız?
-????Bütün gazeler mi yazmış!! Beynim uğulduyordu…
-Ben Türkiye değildim, daha iki gün oldu geleli ve hemen kendisini aradım. Bana sadece “ Oğlu onu İstanbul’a götürdü “demişlerdi.
-Evet…Eşim onu Ankara’dan İstanbul’a getirmeye gitmişti. Temelli buraya geleceği için, eşyalarına da taşımak için bir kamyonetle gitmişti. Dönüş yolunda, bir otobüsle çarpışmışlar. İkisini de kaybettik maalesef?
Annem ağzımdan çıkan, kaza, ölüm vs. gibi lafları duydukça, bir şeyler söylüyordu bana ama kulağıma yapıştırdığım ahizeden ve kendi dehşetimden dolayı onu duymuyordum bile.
-Ay!... Ne diyorsunuz.? Güzel Allah’ım nasıl bir talih bu?…
Daha önceki çocuğunu da trafik kazasında kaybettiğini söylemişti bana. Hepsinin aynı sona kurban gitmesine inanamıyordum. Telefonu nasıl yerine koyduğumu bilemedim ve kendimi annemin kollarına atarak, hıçkırıklara boğuldum. Ancak bu ağlama krizim bittikten sonra olan biteni anneme anlatabildim. O da tanımadığı ama tanışmamızın ve iki yakın dost olmamızın tüm detayını, bildiği için çok üzülmüştü.
- Billur’cuğum gel şöyle düşünelim istersen… dedi… Oğlu emekli olmuş ve onu temelli almaya gitmiş Ankara’ya demiştin değil mi?
-Off…Eveeet…
-Belki de oraya annesini ebedi yolculuğa götürmek için onu görevlendirmişti yaradan... Kim bilir? Şimdi küçük oğluna da kavuştu. Hep birlikte çok mutludurlar belki de…. Ne dersin?
-Ne diyeyim anneciğim… İnşallah … İnşallah öyledir.
Başa dön
Not : Yazılarımın, izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Copyright©2010 Billur Türkoğlu Phelps
Not : Yazılarımın, izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Copyright©2010 Billur Türkoğlu Phelps