AYAR SALHE
GİRİŞ BÖLÜMÜ Ben Ayar Salhe. Aslında yalnızca Salhe. Adım size değişik gelmiş olabilir. Doğrusunu isterseniz bu ismi kim koymuş bende bilmiyorum ve hiç merakta etmedim.Ancak başına eklenen “ayar” lakabının sinirli, hırçın ve anı anına uymayan anlamına geldiğini anneannemden öğrenmiştim. Zaman içinde mahalle halkı tarafından böyle çağrılmaya öyle alıştım ki, beni hiç rahatsız etmedi. Ta ki bir yetişkin olana kadar. Anneciğim beni dünyaya getirdikten hemen sonra ölmüş. Babam bu olaydan beni sorumlu tuttuğu için pek sevememiş. Henüz üç dört yaşlarımda iken anneanneme bırakıp, kaçak işçi olarak Almanya’nın yolunu tutmuş. Daha sonra daimi oturma müsaadesi almak için bir Alman kadınla formalite evliliği yaptığı kulağımıza geldi. Birkaç yıl süreyle posta zarfı içinde bize marklar gönderdiğini hatırlıyorum. Formalite evliliği bir gün gerçek olunca bize olan ilgisi gibi, markların gelişi de son buldu. Babaannemin üzerimdeki hakkını ödeyemem. Anasız, babasız bir çocuk olduğumu hissettirmemek için o yaşlı, o nur yüzlü, pamuk saçlı kadın, çırpınır durur, elinden geleni yapmaya çabalardı. Buna rağmen yine de benimle başa çıkmakta zorlanırdı. Zira her Allah’ın günü kapıya benden şikayetçi olan birileri gelirdi. Kimi çocuğunu dövdüğüm için, kimi oyuncağını aldığım veya kırdığım için, kimileri de bahçelerindeki çiçeklerini yolduğum için. Anlayacağınız tam bir baş belası idim. Anneannem bu şikâyetle çok üzülür, utanır, insanların kalbini almaya çalışırdı ama bana bir fiske dahi vurmaz, nasihatle, güzellikle yaptıklarımın yanlış olduğunu öğretmeye, kendi görgüsü dâhilinde bana terbiye vermeye çalışırdı. Çünkü talihsizliğime, yalnızlığıma çok üzülür, içi acırdı. Ne kadar doldurmaya çalışsa da içimdeki boşluğun ulaşılamayacak kadar derin ve büyük olduğunu bilirdi. Her gece birlikte yatar, onun şefkat dolu kollarına kendimi bırakır ve mutlaka ondan kıssadan hisseleri olan hikâyelerden bir tane dinlerdim. O bir yandan hikâyesini anlatır, bir yandan saçlarımı okşar ve uykuya dalmamı beklerdi. Bazen de uyuduğu sanarak, - “ Ah benim Ayar Salhem, kadersizim… Şu halinle tıpkı bir melek gibisin. Ne olur hep böyle kalsan ya” diye iç geçirirdi. Onu üzdüğüm için ben de üzülür, bir daha yapmayacağıma dair kendime sözler verir, ama hiç birini başaramazdım. Büyüyüp serpilmeye başladığımda oldukça alımlı ve göze batan bir genç kız olmuştum. Okumaya hiç mi hiç hevesim olmadığı için anneannemin zoruyla orta okulu zar, zor bitirebilmiştim. Daha fazla zorlaya da ihtiyarın daha fazla ne gücü ne de maddi imkânı yetmiyordu zaten. Eskiye nazaran davranışlarım daha tutarlı olmaya başladıysa da, tepem atımı kimse karşımda duramazdı. Konu komşunun anneanneme devamlı; - “ Bu deli kız ancak evlenince uslanır Elmas anne. Sen onu bir an önce baş göz et rahatla” telkinlerinde bulunurdu. Ve bir gün anneannem bunun en doğru karar olduğunu düşünerek taliplerim arasından benden on beş yaş büyük demirci ustasın “evet” dememi istedi. Yaşının benden büyük oluşu, beni dizginlemesinin daha kolay olacağı anlamına geliyordu onun için. Ayrıca çevresinde sevilen, sayılan bir kişilik olmasının da büyük etkisi vardı. O yaşlarda evlenmek demek, benim için bembeyaz gelinliği giyip, çiçeklerle süslenmiş duvağı başıma geçirmek ve kat kat kabarık gelinlik ile ortalarda bir kuğu gibi salınmak, anlamına geldiğinden beklenen “evet” çabucak ağzımdan çıkmıştı. Zamane kızlarının çok dikkat ettiği, hatta, hayati bir mesele olarak gördükleri“yaş farkı, mevki sahibi olup olmadığı, evi ve arabası varmıymış gibi ayrıntıların benim için bir önemi yoktu. Anneannem de onu hiçbir şekilde zorlamadığı için, bu karardan sonra her şey çok seri bir biçimde olup bitti. *** Oturduğumuz ev büyüdüğüm mahalleye iki sokak daha yukarıda, mezarlığın tam karşısında bulunuyordu. Eşime ailesinden kalmış asırlık ahşap iki katlı bir binaydı. Olsun en azından kirada oturmuyorduk. Ah keşke bir de mezarlığa bakıyor olmasay Büyüklerimizin her ne kadar kötülük insana ölülerden değil, dirilerden gelir deseler de, ben bu evde yaşamaya alışana kadar oldukça zorlanmıştım. Evinde tek başına olduğunu bilmek beni hep rahatsız ettiği için gün aşırı anneannemi yoklamaya gidiyor, ihtiyaçlarının alınmasında, evinin temizliği konusunda, ama yardımcı olmaya devam ediyordum. Bizimle oturmasını ben çok istemiştim, ama o alışık olduğu düzeni bozmaya hiç yanaşmadı. Sanırım evliliğimin yedi veya sekizinci ayı idi, beni emin ellere teslim etmenin huzuru içinde hayata veda etti. Anneannemden sonra en büyük desteğim eşim olmuştu. Çok olgun ve görmüş geçirmiş bir insandı. Babacan tavırları ile beni kendine bağlamayı bilmişti. Fevri davranışlarıma göz yumar, çoğu zaman beni adeta çocuğuymuşum gibi sevip okşardı. Sert göğsüne yaslanıp, bütün gün demir dövmekten güçlenmiş, pazulu kollarının içine hapis olmak, bana büyük bir güven verirdi. Kocaman elleri kabaydı, sertti, yer yer çatlaktı. Bazen tenimde gezinirken canım yanardı, ama onun yumuşacık, sevgi dolu kalbi benim için her şeye bedeldi. O babamın benden esirgediği sevgiyi, ilgili şefkati fazlasıyla vermişti. Çok istememize rağmen bir türlü çocuk sahibi olamıyorduk. Eşim ise, çoğu erkek gibi kusurlu çıkanın kendisi olacağı korkusuyla, doktora gitmeye yanaşmıyordu. Henüz genç olduğum için yılların su gibi akıp gidiyor olmasını, ben dert etmiyordum ama o ediyordu, bunu adım gibi biliyordum. Fakat yedi yıl kadar sonra bu durum birden değişti. Hamile olduğum kesinleşip, ona söylediğim andaki, yüz ifadesini asla unutamam. Nasıl da mutlu olmuş ve sevinmişti. O koca adam gözyaşlarını tutamayıp, başını göğsüme yaslayarak nasıl da hüngür, hüngür ağlamıştı. Ne yazık ki bu sevincimiz hiç uzun sürmedi. Çok istediği halde eşim bir evlat sahibi olduğunu asla göremedi, ben de öyle. Sıcak bir yaz günüydü. Onun atölyesinde demir döverken yığılıp kaldığı haberi geldi.. Kalp krizi dediler. “İnanamadım. Çünkü daha önce bu konuda hiç şikâyeti olmamıştı. Anneannemin ardından beni koruyan kollayan ikinci önemli kişi de hayatımdan böyle kayıp gitmişti. Her gün baktığım, dualar yolladığım karşıki mezarlığa, anneannemin hemen yakınına onu da gömdük. “Ah..Osman’ım ah…zor olacak sensizlik, zor..” *** Anneannemden sonra ikinci koruyucu meleğimi de kaybetmiş, artık hayatta yapa yalnız kalmıştım. Bir bebeğimin olacağını düşünmek en büyük tesellimdi. Artık onun için yaşayacaktım. Bir gece şiddetli bir baş ağrısıyla uyandım. Şakaklarım zonkluyor, gözlerimi açmakta zorlanıyordum. Birkaç gündür yaşadığım stresin, sıkıntının sonucu olmalıydı. Bir ağrı kesici almak için mutfağa inmek istediğim esnada, ayağım yerdeki kilime takıldı ve kendimi bir anda basamakların sonunda buluverdim. Şans eseri bir yerimi kırmamıştım, ama ayağa kalkmayı başardığımda bacaklarımdan ılık ılık süzülen kanı fark edince şoke oldum. “ Aman yarabbi Yıllarca sabırlı beklediğim bebeğim de mi yoksa beni terk ediyordu?“ Evet.. korktuğum olmuş ve bebek düşmüştü. Hem de bana ne acılar çektirerek. Yavrum sanki kasıklarıma yapışmış ve gitmemeye direniyor gibiydi. Beldem aşağım sancılar içindeyken, o parça, parça içimden çıkıp gitti. İşte şimdi gerçekten yapayalnız kalmıştım. Toparlanmak zor olacaktı benim için. Çünkü hayatta tutunacak tek bir dalım, güvenecek tek bir yakınım yoktu. Bu bebeği öyle çok istiyordum ki, o beni hayata bağlayan tek varlık , yaşam sevincim olacaktı. *** Yaşadığım olumsuzluklar bir yana, “dul bir kadın” olarak toplum içinde var olabilmek, ayakta kalabilmek için çok çabalamam gerekti. ” Dul” olmanın güçlüğünü meğerse insan başına gelmeden bilemiyormuş. Bana sanki gözleriyle tecavüz eden, ağlarına ne zaman düşeceğimin hayalini kuran çevre esnafına yem olmamak için mücadele verirken, diğer bir yandan içimde daima var olan ancak bastırmaya çalıştığım kadınlık duygularıma yenik düşmemek için mücadele ediyordum. Çok genç yaşta evlenmiş, hala çok genç çekici ve alımlı bir kadındım. Bu halimle kocalarını ayartacağımdan korkan konu komşu kadınlar ile görünmeyen mücadelem de cabaydı. Ama ne erkeklerine yem, ne de kadınlarına dedikodu malzemesi olmaya niyetim yoktu. İşte bu yüzden zaman, zaman insanın aklının almayacağı davranışlarda bulunup, çok günah işledim. Her defasında Yüce Allah’a beni affetmesi, doğru yolu buldurması ve bu yaptığımın son yanlışım olması için yalvardım. Yıllardır içimde sakladığım, kimselere söylemediğim anılarımı, artık birileriyle paylaşmak, hatta böylece tıpkı gayrimüslimin yaptığı gibi bir nevi günah çıkartmak istiyorum. Eminim satırlarımı okudukça yeri gelecek bana hak verecek, yeri gelecek gülecek, yeri gelecek gerilecek ve bana öfke duyacaksınız. Ancak unutmayın ki sonuçta ben de bir insanım. Benimde herkes gibi zayıf yanlarım, zaaflarım var. Belki diğer insanlara göre biraz daha yoğun ve biraz daha abartılı hepsi bu. Hadi şimdi kendinize bir çay veya kahve hazırlayın, şöyle rahat bir yere oturup sırtınızı arkaya yaslayın. Veeee… Anlatacaklarımı dinlenemeye başlayın… * * * AYAR SALHE
B E B E K - I BÖLÜM Son derece bunaltıcı bir yaz günüydü. İki katlı ahşap evimin tüm camları, sonuna kadar açık olduğu halde, bir türlü serinleyemiyordum. İçimin sıkıntısı yetmiyormuş gibi üstüne bir de bu boğucu hava, hiç çekilmiyordu doğrusu. Bir parça ferahlık için kaçıncı kez, banyoya girdiğimi bilmiyorum. Ama tüm üşengeçliğime rağmen, tekrar su dökünmezsem, sıcaktan bayılıp gidecektim, orası kesindi. Üstelik; terden yapış, yapış olmuş giysilerimde üzerime yapışmıştı. Yeterince ferahladığıma kanaat getirince, uzun gür saçlarımı havluya sarıp, bedenimi kurulamadan, basma elbisemi üzerime geçirip, oturma odasına geçtim. Cam önündeki sedire oturdum ve saçlarımdaki havluyu çıkarttım. Islak saçlar omuzlarıma dökülünce, yeniden hoş bir serinlik vermişti. Neredeyse ikindi olmak üzereydi. Gün boyu ağzıma bir lokma koymadığımdan, artık acıktığımı hissediyordum. Buna rağmen, canım bir türlü mutfağa girmek istemiyordu. Çünkü dolapta ağza atacak bir lokma yiyecek olmadığı gibi, stoktaki erzak da tükenmek üzereydi. Eşimin ölümünden sonra, demir atölyesini, içindeki aletleri ile birlikte, bir başkasına devretmiş, aldığım parayla da bugüne kadar idare etmiştim. Bundan sonra, ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Pencere önüne oturmuş, dalgın dalgın sokağı seyrederken, zihnim bu olumsuzluklarla öylesine meşguldü ki geleni geçeni görmüyordu bile. Ta ki bir anda, derinden gelen o acı haykırış ile oturduğum yerde, sıçrayana kadar. Ne olduğunu anlamak için camdan dışarı eğildiğimde, evimin tam karşısındaki mezarlığa, yine ebedi istirahatına bırakılacak birinin, getirilmekte olduğunu gördüm. Ayda en az bir kere, veya daha sık, bu cenaze törenlerine şahit olmak, ölenlerin acılı aileleri ile karşılaşmak, bu semtin kaçınılmaz kaderiydi. Ben evimi seviyordum... Bir asırlıktı, konforu yoktu, ama en azından “Aman kiramı mı yükseltirler, aman evden mi çıkartırlar korkusu, yaşamıyordum. Benim için İstanbul gibi bir şehirde, bu rahatlığı yaşamak bile bir lükstü. “Ah!.. Bir de şu mezarlık karşımda olmasaydı.” Kalabalık iyice yaklaşmaya başladığında, eller üzerinde taşınan, yeşil örtüye sarılı tabut, içimi cız ettirmişti. Çünkü tabutun ebatlarından, bu kez dönülmez yolculuğa çıkanın küçük bir çocuk olduğu, kolayca anlaşılıyordu. Kız mı?.. Yoksa bir erkek çocuğu muydu? Neden ölmüştü ki? Hastalıktan mı?..Yoksa bir kaza mıydı? Kim bilir neydi… Ama emin olacağım bir şey vardı ki günahsızdı. Günahkâr olacak kadar, yaşama şansı olmamıştı ki sübyanın. *** Yaklaşan kalabalığın içinde, iki kişinin kollarına girerek, güçlükle yürüyen bir adam dikkatimi çekti. Yüzü solmuş, içindeki acının büyüklüğü ile iki büklüm olmuş, güçlükle adımlıyordu. Belli ki ölenin çok yakını biriydi. Belki de babasıydı. Nedense adam, ağlamamak için kendisini öylesine kasıyordu ki her an patlayacak bir bomba gibiydi.“ Ağla be adam… Ağla, neden susuyorsun... Bırak güçlü görünmeyi. Yoksa sende mi erkekler ağlamaz sınıfındansın?” Kendimi, evladını yitirmiş, tanımadığım bu kederli anne – babanın yerine koydum bir an. Off!.. Dayanılmaz bir acıydı doğrusu. Yıllar önce, o talihsiz kaza sonucu kaybettiğim bebeğimin acısını, hala unutamadığımı düşününce, ağlamamak için direnen bu acılı adamın yerine, ben gözyaşlarımı koyuverdim gitti. Akan her damla yaş, adeta içimi yıkıyordu. Bu histerik halim ne kadar sürdü, camın önünden ne kadar bakıp durdum bilmiyorum, başım ellerimin üzerine kapanmış şekilde oracıkta uyuya kalmıştım. Güneşin çekilmesiyle birlikte, serinleyen hava beni kendime getirdiğinde, , kollarım ziyadesiyle uyuşmuştu ve idemse, açlıktan gurulduyordu. Kalkıp, doğruca mutfağa indim. Yapacağım tek şey, kalan birkaç pişirimlik tarhanayı ateşe koymaktı… Ben de öyle yaptım. Kaynamakta olan tarhanayı karıştırırken, birden aklımdan delice fikirler geçmeye başladı. Siz bilmezsiniz bu tilki düşünceler bana hep gelir -gider ve neler yaptırırdı. Mali sıkıntılarımın, rolü de büyüktü, bu çılgın fikirlere saplanmama, ama biraz da huy diyebilirim buna.. Arada bir kendimi sıkıntıya sokmadan, heyecan yaşatacak olaylara girmeden, rahat edemezdim. Tek düze yaşamak hiç bana göre değildi. Ama bu kez aklıma gelenleri, tatbik etmek bir yana, düşünmek bile bir çılgınlıktı sanırım. Ne kadar dikkatimi, başka bir tarafa vermeye çalışsam da, başaramıyordum. Farkında olmadan çorbayı öylesine hırsla karıştırmaya başlamışım ki, tahta kaşık bastırmaktan, çat diye ikiye bölündüğünde, ancak kendime gelebildim. Bu arada, tarhana çoktan olmuştu zaten. Çukur bir tasa doldurup, içine bayatlamış ekmekleri doğradım. Çocukluğumdan beri çorbayı böyle içmeyi çok severdim. Harika kokuyordu doğrusu. Ağzımın yanmasına aldırmadan, mutfakta ayak küstü kaşıklayarak çabucak bitirdim. “Oh!..” Karnımın guruldaması nihayet sona ermişti. Canım o an yıkamak istemediği için kirli kapları, mutfak tezgâhının üzerine bırakıp, oturma odasına geçtim. İşte yine o çılgın düşünceler, kafama üşüşmüş, beynimin içinde cirit atmaya başlamışlardı. Üstelik; içimden bir ses, bunun çılgınca bir macera olacağını söylüyordu. Öyleyse yapmalıydım. Evet… Kesinlikle yapmalıydım. Ancak; bu düşüncemi hayata geçirmek için mahallede el- ayağın çekilmesini beklemem gerekiyordu. Odanın içinde, bir sağa bir sola gidip gelmeye başlamıştım. Saatler inadına, geçmek bilmiyordu sanki. Arada bir üst kata çıkıp, yatak odasının camından dışarıyı kesmeyi de ihmal etmiyordum. Çünkü; üst kattan bakınca, kimlerin ışığı sönmüş, kimler hala ayakta, daha rahat görebiliyordum. Son baktığımda, ay ışığına naçizane eşlik eden, titrek sokak lambası dışında, bir ışık göze çarpmıyordu. Harekete geçme zamanı gelmişti. Bunu düşündüğüm an, sanki içime bir kuş girmiş ve hızla kanat çırpmaya başlamıştı. Kalbim neredeyse, ağzımdan dışarı fırlayacak gibiydi. Alt kata inip, taşlıkta kapısı bulunan, arka bahçeme geçtim. Büyük bir bahçe değildi ancak oldukça kullanışlıydı. Bir köşesine rahmetli eşim, iki küçük odadan ibaret olan, bir de kulübe yapmıştı. Bir tarafında, kışlık odun kömürü muhafaza ediyor, diğer tarafta ise, el aletlerini ve evde işe yaramayan, ufak tefek eşyayı muhafaza ediyordum. Buradan, elime geçirdiğim ilk kazma ve küreği alıp, ön kapının arkasına dayadım ve usulca sokak kapısını araladım. İçimdeki heyecanı bastırmak için bildiğim tüm duaları, arka arkaya sıralıyordum. Başımı kapının aralığından, hafifçe dışarı çıkartıp, bir sağa bir sola göz attım. Sokak, ne kadar da sessizdi. Bu sessizlik ve karanlık, heyecanımı iki katına çıkartmıştı doğrusu. “Yok…Yok…Sanırım yapamayacaktım.” Kapıyı yine usulca kapattım. Geri dönmüş giderken, bu kadar kendimi hazırlamış ve saatlerimi bunu düşünerek geçirmişken vazgeçmenin, anlamsız olacağına karar verip, kapıyı yeniden usulca araladım. Tekrar bir sağa bir sola dikkatlice baktım. İçimi donduran sessizlik, hala aynıydı. Kazma ve küreği elime aldım ve bir kedi çevikliği ile sokağı geçip, mezarlığın içine daldım. Bütün vücudum tir, tir titriyordu. Doğruca, ikindi vakti hazırlanmış, taze mezarın önüne gittim. Aşağı yukarı, neresi olduğunu tahmin ettiğimden, bulmakta zorlanmamıştım. Toprak yeni kazıldığı için yumuşaktı. Kazmaya gerek kalmamıştı. Kürekle, taze toprağı kolayca bir kenara yığmaya başladım. Arada bir, sanki bir ses duyar gibi oluyor, durup siniyor, etrafı dinliyordum. Oysa, duyduğum sadece korku ve heyecan ile çarpan kalbimin sesiydi . Kürek tak diye, sert zemine çarpınca, durdum. Toprak ile mevta arasına konan, tahtalara ulaşmıştım. Küreği, kenara bıraktım ve bundan sonrasını, ellerimle tamamladım. İşte!…beyaz kefene sarılı minicik beden önümde duruyordu. Titreyen ellerimle uzanıp, onu dışarı çıkartım ve yavaşça yere yatırdım. Şimdi , açtığım çukuru kapatmam gerekiyordu. Tahtaları yerine yerleştirdim ve aynı süratle, kenara yığdığım toprakları da boş mezarın içine doldurdum. İşimi bitirince, etrafı yeniden dikkatle kolaçan ettim. Durumda bir değişlik olmadığı gibi, yerli yersiz havlayan, sokak köpekleri de şans eseri ortalarda yoktu. Yerden, az önce bıraktığım, kefene sarılı bebeği alıp, kucağıma bastırdım ve yavaşça mezarlığın kenarına yürüdüm. Evimin aralık kapısı bana bakıyordu, ama ben, bir türlü harekete geçemiyordum. Zira; bacaklarım, sanki olduğu yere çivilenip kalmıştı. Sinir ve aşırı heyecandan, titremelerine engel olamıyor ve onlara kumanda etmekte zorlanıyordum. Birden, şöyle bir dikildim ve kendime “Hadi Salhe… Ha gayret” telkini vererek, sokağı bir çırpıda geçip, kendimi aralık kapıdan içeri attım. “ İnanamıyorum… İnanamıyorum” başarmıştım işte. Kapıyı yavaşça kapattım ve doğruca üst kata, yatak odasına çıkıp, bebeği karyolanın üzerine bıraktım. Biliyordum, bu küçük bedeni ruhu, çoktan terk etmişti, ama cansız da olsa, onu incitmek istemiyordum. Sanki durdurmayı başaracakmış gibi, bir elimi kalbimin üzerine götürüp, bastırdım. Bir yandan da gözüm kefendeydi. “Acaba cinsiyeti neydi? Kız mıydı, erkek miydi?” Kefeni açmadan öğrenemezdim ama emin olduğum bir şey vardı ki o masumdu. Günah işleyecek kadar yaşamamıştı ki. Kefeni usulca açmaya başladığımda, kefenin katları arasına dolmuş topraklar yatağın üzerine dökülün düğünde, birden aklım başıma geldi. Kazma ve küreği mezarın başında unutmuştum. “ Allah’ım…Allah’ım…. Bunu nasıl yapmıştım.” Oraya ikinci kez nasıl gidebilir ve o korkuyu, heyecanı yeniden yaşayabilirdim ki? Almazsam da, her şeyin anlaşılmasına sebep olabilirdim. Bunu ise hiç göze alamazdım? BEBEK - 2. BÖLÜM Bebeği yatağa bırakıp, koşar adımlarla aşağıya indim. Kapıyı yeniden aradım. Tam “Hadi Salhe…. Koş” diye atağa geçiyordum ki, mahalle bekçisinin düdüğünü duydum. -“Tuh. Allah kahretsin. Tam da sırasıydı yani” Doğrusu, kendimi tam vaktinde, geri çekmeyi başarmıştım. Bu adam şimdi en az yarım saat buralarda turalardı. Acaba; mezarlığa da girip kontrol ediyor muydu? Gerçi niye etsindi ki? “ Aaay!... Bilmiyorum, daha önce, hiç bunlara dikkat etmezdim ki! Arada bir, düdük sesini duyardım, hepsi o kadar. “Allah’ım umarım bir an önce çekip gider… Yoksa ben de şuracıkta heyecandan mevta olup gidivereceğim.” Orada, ayakta ne kadar dikildim bilmiyorum, kapıyı yeniden yavaşça aralayıp baktığımda, sokağın eski sessizliğine, dönmüş olduğunu gördüm. Ama ben, tedbiri elden bırakmayıp, yine bir sağa bir sola dikkatlice baktıktan sonra, “Ha gayret Salhe” deyip, kendimi yolun karşısına attım. İki büklüm yürüyerek, az önce eşelediğim mezarın yanına vardım. Acele ve korku içinde kapatmıştım, ama mezar çukurunu ve etrafını, hiç ellenmemiş gibi düzeltmeyi başarmıştım. Bu becerimden dolayı kendi kendimi takdir ederek, suç aletlerimi kaptığım gibi doğruca mezarlığın kenarına yöneldim. Artık alışkanlık olmuştu. Tekrar bir sağı bir solu iyice kolaçan edip, emin olduğum an, koşar adımlarla sokağı geçtim ve kendimi eve attım. Ne müthiş heyecandı Allah'ım... Ömrümce kalbim hiç böylesine çarpmamış, vücudum hiç böyle dalından ayrılmamak için mücadele veren, bir yaprak gibi titrememişti….Neyse ki başıma bir hal gelmeden, tasarladığım planın, ilk bölümü tamamlamayı başarabilmiştim. Yatak odasına çıkıp, yarım bıraktığım işe döndüm. Şimdi merakımı giderecek ve ilk iş olarak, bu sübyanın cinsiyetini öğrenecektim. Alnına düşmüş, sarı buklesi ile bir yaşında var yok bir erkek bebekti, karşımdaki. Ne kadar da çelimsiz ve masum bir hali vardı. Hafif sararmaya başlamış yüzüyle, sanki ölü değil de uyuyor gibiydi yavrucak. Daha önce kaybettiğim bebeğim için özenle hazırladığım giysiler, hala karyolamın adlında, bir bavul içinde duruyordu. Bir türlü, kimselere vermeye kıyamamıştım. Yere diz çöküp, onu yatığın altından çekip çıkarttım. Her şeyini, sarı renk hazırlamıştım. Bebeğin cinsiyetini öğrenmek istemediğim için , her iki cinse de uysun diye, sarıyı tercih etmiştim. Günlerce emek vererek, üzerini özenle nakışladığım, sarı saten battaniyeyi çıkarttım. Yine, sarı renk çiçekli tulum ve beyaz fistodan, kenarı fırfırlı başlığı, bir kenara ayırdım. Emzik ve biberon takımı bile hazırdı. Gerekli olan her şeyi alıp, diğer eşyalara tek tek dokunup, yerine koydum. Yorgunluktan bitap vaziyetteydim. Kollarım ağırlaşmış, göz kapaklarım ise nerdeyse düşmek üzereydi. Birkaç saat uyumanın, iyi geleceğini düşünerek, ben de cansız bebeğin yanına uzandım. Daha başım yastığı görmeden, derin bir uykuya dalıp gitmiştim bile. Ezan sesiyle, kendime geldiğimde, her tarafım fena halde ağıyordu. Üzerimdeki ağırlık hala duruyordu. Ancak; yatak keyfi yapma zamanı değildi. Eminim kalkıp bir duş alırsam, kendime gelecektim. Operasyon arkadaşım, tüm masumiyetiyle, bıraktığım yerde yatmaya devam ediyordu. Ne bu plandan ne de niye dâhil olduğundan, bir haberi yoktu garibimin. Yataktan kalkıp, doğruca banyoya indim. Su kazanını, gaz tüpünün üzerine oturtup, altını yaktım. Bu saatte, soğuk su ile duş almayı, doğrusu göze alamamıştım. Tekrar yukarı çıkıp, ölü bebeğin tüm vücudunu, bir güzel bol kolonyaladığım bir pamuk yardımıyla sildim ve onun için çıkarttığım giysileri, özenle üzerine giydirdim. Yavrucak, iyi ki biraz çelimsizdi. Yoksa bu giysiler üzerine zor olacaktı. Biraz dar geldiyse de önemli değildi. Nasıl olsa, hareket edip rahatsız olacak değildi. Gardırobun altından, daha üzerindeki naylonu bile bozulmamış, sarı renkli portbebeyi çıkartıp, bebeği itina ile içine yerleştirdim. Şimdi sıra, bendenizin hazırlanmasına gelmişti. Bu plana göre, ciddi ve güvenilir bir görüntü sergilemek istiyordum. Orta boylu, balıketinde bir yapım vardı. Giyim zevkim sayesinde, kısıtlı maddi imkânlarıma rağmen, giydiğimi kendime yakıştırmayı bilirdim. Uzun, gür, kumral saçlarımsa,, birçok hemcinsimin, fena halde gözüne batardı. Gardırobu, şöyle bir kısaca süzdükten sonra, toprak rengi keten döpiyesimi ve içine giyebileceğim krem rengi bir buluz seçtim. Bu kıyafete uygun, kahverengi dolgu topuklu ayakkabılarım olduğu da aklıma gelince, pek bir sevindim. Artık su ısınmış olmalıydı. Ne giyeceğimi de hazırlamıştım nasılsa. Doğruca banyoya indim ve kazanın altını kapattım. Suyun yarısını, yedek kovanın içine boşalttım ve kazanın üzerine, yeniden su doldurup ılıttım. Hemen oracıkta ayakta, saçlarımı ıslatmadan, maşrapayla üzerime suları ardı ardına boşalttım. “ Ohh…” ne de iyi gelmişti. Kapının arkasındaki havluya sarındım ve tekrar yatak odasına çıktım. Nerdeyse güneş çıkmak üzereydi. Çabucak hazırlanıp, mahalleliye görünmeden evden çıkmak istiyordum. Öyleyse, acele etmeliydim. Ancak; gardıropta eşyalarım sıkışık durduğundan döpiyesin etekleri kırışmıştı. Hemen, ütü bezini yere serip, ütüyü fişe taktım. O ısınırken dolabın kapısındaki boy aynasında, yüzüme özenle makyaj yaptım. Saçlarımı ensede topuz yapıp, iki yanından, incili firketelerle tutturdum. Ütü hazırdı, çabucak eteği ütüledim ve döpiyesimi giyindim. Kulaklarıma, minik inci küpelerimi taktım. Üzerime de şöyle bir parfüm gezdirip, tekrar boy aynasında, görüntüme baktım. Evet, gayet hoş ve ciddi bir havaya bürünmüştüm. Bu halim hoşuma gitmişti. Bebek zaten hazırdı. Emzik ve biberonu portbebenin kenarına sıkıştırdım. Bir elime portbebeyi aldım, koltuğumun altına kendi yaptığım, goblen çantamı sıkıştırıp aşağı indim. Duvarda asılı saate,, altı bucuğu gösteriyordu. Az sonra insanlar bir bir uyanmaya ve esnaf, dükkânlarına gelmeye başlayacaktı. Mümkün olduğu kadar çabuk bir şekilde mahalleden çıkmalıydım. Öyle ya, “Dul Salhe”yi elinde bir portbebeyle sokakta görenler ne düşünürlerdi sonra? *** Kapıyı açtım ve sessizce dışarı çıktım. Şöyle bir etrafıma bakındım. Allah’a şükür henüz kimsecikler ortada yoktu. Kapıyı usulca çektim ve yola koyuldum. Sessiz ama seri bir biçimde sokağı geçip caddeye vardım. Gece içime çöreklenerek kendine yer edinmiş kuş sanki uyanmış ve yine kanat çırpmaya başlamıştı. Yüreğim ağzımda hızlı adımlarla yürüyordum ki, bir korna sesiyle irkildim. Sabahın köründe kimdi bu münasebetsiz? Boş bulunduğum için yerimde sıçramıştım. Döndüm, sol tarafımda bir taksi, peşim sıra yavaşça ilerliyor. Aslında; çok isabet olmuştu. Hemen durmasını işaret ettim. Kapıyı açıp portbebeyi koltuğun üzerine koydum ve kapı yönüne doğru biraz kaydırıp, bende geçip oturdum. Arkama yaslandım ve bir “Oh!”çektim. Taksici, gençten bir adamdı. Bir süre gittikten sonra, baktı ki benden bir ses çıkmıyor, başını çevirmeden, dikiz aynasından bakarak, -“Ne yana abla?”dedi. Esnafın, pazarcının ve de taksi sürücülerinin, tanımadıkları insanlara “ Abla, abi, yenge” gibi hitapları, oldum olası canımı sıkardı. Şimdi bu çocuğa, iki çift laf etmek gerekiyordu ya… hiç zamanı değildi. Dilimi tutup, kısaca “ Sahile doğru in “ dedim. Belli ki, bu saate elimde bir çocukla, yola düşmüş olmama şaşırmıştı. Ama yine efendi bir çocukmuş, sadece “Oldu.”demekte yetindi. Güneş çoktan yükselmiş, şehir yavaş yavaş canlanmaya, insanlar sokakta, bir o tarafa bir bu tarafa, koşuşturmaya başlamışlardı. Sıcaklık kaç derece olacak bilmiyordum, ancak; dünkü sıcağı yaşamamak, tek dileğimdi. Her ne kadar, kolonya ile silip temizlemiş de olsam, neticede taşıdığım, ölü bir bebekti ve sıcaktan etkileneceği kesindi. Sahile vardığımızda, taksi sürücüsünden müsait bir yerde durmasını istedim. Yan yana dizili, çay bahçeleri, henüz sabah temizliklerini yapmakla meşguldüler. Bu kadar erken bir saatte, elinde bebekle dolanan, bu hoş ve alımlı kadın, her birinin hemen dikkatini çekmişti. Herkes beni, kendi bölümlerine davet ediyordu. Kahvaltı servisinin olduğunu öğrendiğim birinden içeri girdim. Niyetim; güzel bir kahvaltı ile midemi şenlendirmekti. Bu kendimi iyi hissetmem ve daha seri düşünmem için gerekliydi. Zira açken, kan şekerim süratle düşer, gözüm hiçbir şey görmezdi. Bayan ve ilk müşteri oluşumdan dolayı, normalden daha büyük bir ilgi görmüştüm. Masaya oturup, bebeği garsonların birleştirdiği sandalyelerin arasına bıraktım. Deniz ne kadar durgun ve sakindi. Manzaraya bakarak, vapurların ardı sıra uçan martıları izleyerek, harika bir kahvaltı yaptım. Biraz ağırdan alıp, burada aşağı yukarı bir saat kadar oyalandım. Yola koyulduğumda saat dokuza yaklaşıyordu. Doğruca, vapur iskelesine gittim. Şansıma, iskelede beklemekte olan bir vapur duruyordu. Kaçırmamak için koşar adımlarla, gişeye vardım ve jetonumu alıp, kendimi vapura attım. Dışarıda oturup, püfür, püfür deniz havası alarak gitmeyi çok arzu ederdim doğrusu, ama bu mümkün görünmüyordu. Bu saatler, herkesin işine koşturduğu anlardı ve vapur tıklım, tıklım doluydu. Değil dışarıda oturup keyif yapmak, ayakta duracak boş bir yer bile bulmak zor görünüyordu. Alt kattaki bölüme geçtim. Boş yer bulur muyum? Düşüncesiyle etrafa bakınırken, arkadan bir el omzuma dokundu. “ Hanım efendi!.. Buyurun böyle oturabilirsiniz.” Arkamı döndüm, efendiden bir genç, kendi yerini teklif ediyor. İyi güzel de, ne diye dokunursun be adam…“Rahatsız olmasaydınız” dedim. Ama oturmayı da çok istiyordum. Allah’tan oda “Rica ederim… buyurun” diye ısrar edince, daha fazla uzatmadan geçip oturdum. Taşımakta olduğum sübyanın adına, kendime kolayca bir yer bulmuştum. Bayan yolcuların, tepeden tırnağa göz süzüşleri ve erkeklerin, beğeni dolu bakışları arasında, Karaköy'e vardık. İskeleye adım attığım an, içimde çöreklenmiş olan kahrolası kuşun, kanat çırpmaları eşliğinde, hedefe doğru adım adım ilerliyordum. Aslında; beynimin bir köşesi, sanki bana hala direniyor gibiydi, ama bu kadar yol aldıktan sonra, artık vazgeçemezdim. İlk gördüğüm taksiye el ederek, durdurdum. Şoföre ünlü markaların bir arada toplandığı büyük bir alış eriş merkezinin adını vererek, oraya gitmek istediğimi söyledim. Saat ona yaşlaşıyordu. Bu tip yerlerde ancak bu saatten sonra açılıyordu zaten. Yani zamanlamam gayet iyi gidiyordu. Hava yine sıcak olacak, belliydi. Portbebeye sıkıştırdığım küçük kolonya şişesini çıkarttım. Bebecik, kendi halinde, öylece yatıyordu. Bu talihsiz yavrunun, üzerindeki örtüyü alıp, giysilerinin üzerine, biraz kolonya serpiştirdim ve örtüyü yeniden çenesine kadar çektim. Biraz da kendi elime, yüzüme ve kollarıma sürdüm. “Oh!..Ne güzel de ferahlık vermişti. Bir süre sonra, verdiğim adrese gelmiştik. Dev alışveriş merkezi, çoktan hareketlenmiş görünüyordu. Zaten bunların hepsi, günün her saati nerdeyse dolu oluyordu. İleri görüşlü yatırımcıların, para babalarının, halkın elindeki paraları, eğlendirerek ve hissettirmeden almanın bir başka yoluydu bu binalar. Biri bitmeden bir diğerinin açılmasına bakılacak olursa, çok iyi iş yaptıkları da aşikardı. Küçük esnaf yok olup gidiyormuş, kimin umurunda! BEBEK - 3 BÖLÜM İlk sınavımı, güvenlik girişinde vermiştim. Görevli portbebeyi elimden alıp, beni tarama kapısına yönlendirip, ben geçtikten sonra, nazik bir şekilde geri teslim etmişti. Malum kuşumun, kanat çırpışlarına aldırmamaya gayret ederek, oldukça sakin ve kendinden emin tavrımla, yürümeye başladım. Bir yandan da mağazalara, bakarmış gibi yapıyor, öylesine bir göz atıp, geçiyordum. Birbirinden kaliteli, birbirinden göz alıcı kumaşların satıldığı ve kafamda hedef olarak belirlediğim, mağazanın önüne gelince durdum. Derin bir nefes alıp içeriye girdim. Bir tarafta döşemelik ve perdelik kumaşlar, bir tarafta envai çeşit ithal ve yerli kumaşların sergilendiği bölümler vardı. Buraya daha çok geldiğimden, ne nerde, aşağı yukarı yerlerini biliyordum. Kim bilir? kaç kere el yakan fiyatlarına bakıp, sadece onlara dokunmakla yetişmiştim. Tezgahların tam karşılarına, son derece modern ayaklı boy aynaları ve geniş rahat oturma köşeleri yerleştirilmişti. Kendilerine doğru yürüdüğümü gören, ütülü kıyafetleri üzerine hoş duran, güler yüzlü görevli genç, nazik bir şekilde beni selamladı. “Günaydın hanımefendi!.. Size nasıl yardımcı olabiliriz? “Müsaade edin, önce yavrumu uygun bir yere bırakayım, sonra elbet yardımlarınızı rica edeceğim,”dedim. Görevli genç, hemen tezgâhın arkasından çıkıp yanıma gelerek, koltuklardan birini işaret etti. “Buraya bırakabilirsiniz efendim .” “Ben hemen itiraz etim.” “Yok. Şöyle sehpanın üzerine bırakayım… Hem böylelikle, yer işgal etmemiş oluruz.” Genç adam, yine nezaketle koltuğu işaret etti. “Çok rica ederim hanımefendi, dedi... Ne demek, lütfen koyun bebeği buraya…. İnanın bunlar adeta dekor amaçlı gibi durur burada…. Gün boyu, bir veya iki kişi ya oturur ya oturmaz! “ İkna etmek ister gibi “Hem bakın burası oldukça yumuşak, minik kardeşimiz çok daha rahat eder,” dedi. Bu karşılıklı nezaket alış verişini, daha fazla uzatmamak adına, gösterilen yere portbebeyi bıraktım ve yan cebinden çıkarttığım tülbendi bebeğin üzerindeki örtünün üzerinden, yüzüne doğru koydum. “Aman sinek falan konmasın yüzüne.” Tezgahtar çocuk, beni izliyordu. Merakını yenemeyip “Rahat nefes alabilir mi böyle?”diye sordu. “Tabi canım… Merak etmeyin, incecik bir tülbent bu… Zaten bakın yüzüne değmiyor bile. Dikkatiniz için teşekkür ederim… deyip “ konuşmamı sürdürdüm. “Ben … ailenin yalısında kahya olarak görevliyim. Ancak; aileyle yıllarca bir arada oluşumdan, artık ben de ailenin bir ferdi gibiyimdir. “ “Öyle mi?.. Ne kadar güzel efendim… Ancak eminim böyle düşünmelerinde sizin payınız çoktur.” Belli, genç beni kazanmaya çalışıyor, “Çok naziksiniz, dedim… Neyse, esas konuya gelelim şimdi… Yalının sahibesi hanımefendi giyimine çok düşkün olduğu gibi, evin perdelerinde, döşemelerinde de kullanılan kumaşlara, çok dikkat eder.” Çocuk öyle dikkat kesilmiş dinliyor. ”Önümüzdeki ay yalıda büyük bir davet olacak... Bazı önemli şahsiyetler, üst düzey holding yöneticileri gelecekler. Dolayısıyla da basın falan da orada olacak. “ “Öyle mi?.. Ne güzel.” Takılmış plak gibi aynı sözleri tekrarlayıp duruyor. “Evet ya!.. Neyse… Uzun zamandır, yalıda, köklü bir değişiklik yapılmamıştı dedim.Hanımefendi, zamanının geldiğini ve bunu da mutlaka bu davetten önce, yapmamız gerektiğini düşündü. Dolayısıyla, işe önce döşemeliklerden ve perdelerden başlayacağız.” “Tabi hanımefendi, nasıl isterseniz,”diyen tezgahtar, yüklü siparişin kokusunu almıştı. Adeta gözlerinin içi gülerek, “Tam yerine geldiniz efendim, dedi… Dilerseniz size öncelikle, daha geçen hafta elimize gelmiş, harika giysilik kumaşlarımızdan göstereyim. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme, eline koca tahta cetveli aldı. Nasıl sevinmesin? Bu ay sonunda alacağı primlerin, esaslı olacağı anlamına geliyordu bu yüklü alış-veriş. Tezgahın arkasına geçti ve raflardan, kumaş toplarını, bir bir indirip önüme sermeye başladı. Bir yandan topları açıyor, bir yandan da , kumaşların özellikleri ile ilgili bilgileri sıralıyordu. Gerçekten, her biri çok özel ve güzel kumaşlardı. Rengârenk görüntülerinin büyüsüne, öyle kapılmıştım ki, bir de baktım heyecanım uçup gitmiş. Sıra, döşemeliklerin gösterilmesine geldiğinde, karşı köşeye geçildi. Bu arada, görevli o bölümde bulunan tezgâhtar arkadaşına kısa bilgi vererek, bana yardımcı olmasını rica etti. İki genç tezgahtar, görevlerini büyük bir heves ve belli nezaketle, yerine getiriyorlardı. Onlara “Tüm kumaşların birbirinden güzel olduğunu, ancak karar verecek kişinin gerçekte ben değil, yalının sahibi hanımefendinin olacağını söylediğim an” ikisi birden şaşkınlık ile yüzüme baktılar. Gözlerinde “ Öyleyse bunca zahmeti niye çektik? “ der gibi bir bakış oluşmuştu. “Şimdi madem öyle, niye hanımefendinin değil de benim burada olduğumu, merak ettiniz değil mi? “ diye sordum. Hiç konuşmadan, dertlerini bakışlarıyla ifade etmenin rahatlığıyla birisi, ta gözlerimin içine bakarak, “Yani!.. dedi.. Gerçekten gördüğünüz gibi burada seçenek çok. Kendileri gelip görse karar vermek çok daha kolay olmaz mıydı?” “Elbette… Çok haklısın, dedim…Ancak hanımefendi ağır bir ameliyat geçirdi ve doktoru tarafından bir süre yalıdan dışarı çıkması yasak edildi. Yoksa küçük bebeğimle birlikte burada işim ne?” Bu kez, diğeri tezgahtar “İyi de efendim…” diye söze karıştı. Siz beğendiniz ama karar verecek kişi bir başkası. Bu seçim nasıl olacak? Şaşırmalararı doğaldı. Akla yatkın gelmeyen bir sürü şey söyleyip, durmuştum. Kendim de çuvallamaktan korkmuyor değildim. “ Şimdi siz bana ayırdığım tüm kumaşlardan birer numune keseceksiniz, bende onları alıp hemen yalıya gideceğim,” dedim. Hanımefendi istediklerini belirledikten sonra da gelip seçtiklerimizi nakit ödemeyle alacağım… Hatta, dedim oğlum da burada kalsın, bu sıcakta ve koşuşturmada rahatsız olmasın,” Muhtemelen böyle bir teklifle daha önce hiç karşılaşmamışlardı. Kısa bir şaşkınlıktan ardından ilk soru soran delikanlı, “Efendim, bu kumaşlardan numune için bile olsa parça kesmemiz mümkün değil… Talimatlar böyle,” dedi. ” Üstelik bebeğiniz bu arada uyanır ağlarsa biz ne yaparız?” Adamlar haklıydı ve bende artık gerçekten iyice rahatsız olmaya başlamıştım.. Ne olacaktı bu işin sonu? Bu kez biraz sinirlenmiş gibi bir tavırla “Bu kadar yüklü bir alışveriş yapmayı düşünürken, yardımcı olacağınıza, siz bana zorluk çıkarıyorsunuz ama” dedim. İlk bölümdeki delikanlı “Lütfen hanımefendi böyle düşünmeyin,” diyerek söze girdi. Bu konuda biz karar mercii değiliz zaten... Dilerseniz müdürümüze bir danışalım, belki kendisi bir çözüm yolu bulabilir. “ Tam müdürü aramak üzere eli telefonu gitmişti ki, birisi arkamdan “Nedir mesele ? Bir sorun mu var çocuklar? Ben yardımcı olabilir miyim? “diye, etkileyici bir ses tonuyla konuştu. Geriye döndüğümde, otuz beş kırk yaşlarında, şık giyimli olukça hoş bir adamın yanı başımda durmakta olduğunu gördüm. Göz göze gelince, karşılıklı olarak birbirimizi tepeden tırnağa şöyle bir süzdük. Görevlilerin yüz ifadeleri, bu kişinin önemli biri olduğunu anlatıyordu, ancak yine de sormadan edemedim. “Tabi ancak.. Siz kimsiniz, bu konuda yetkili misiniz? “ diye sormadan edemedim. Gerçekten çok hoş bir adamdı. Uzun, ince parmaklı elini nezaketle uzattı. “Yetirince sanırım!.. Ben Erdem Duran, bu mağazanın müdürüyüm hanımefendi.” Anında karşılık vererek, bende uzanan bu zarif eli, adeta bir film artisti edası ile sıkarak, az önce diğerlerine anlattığım düzmece hikayeyi kısaca ona da yineledim. Müdür bey, elemanlarına döndü ve “Çocuklar beni doğrusu çok şaşırttınız… Bu kadar basit bir konuyu sorun haline getirmenize bir mana veremedim,” dedi. “Hanımefendiyi de boşuna üzmüşsünüz” İstemeyerek de olsa çekmek ihtiyacı hissettiğim elimi, hala tutmaktaydı. Tedirginliğimi fark ederek “Pardon” deyip bıraktı. Tezgahtar çocuklardan birisi, suçlanır gibi hissettiğinden olsa gerek,”Fakat efendim, kumaşların numune için bile asla kesilmeyeceğine dair talimat var,” dedi… Ayrıca hanımefendi, bu süre içinde bebeğini de burada bırakmak istiyor. Bu büyük bir sorumluluk değil mi?” Erdem bey; “Doğru… Ama biliyorsunuz ki bu kumaşların tümünden hazırlanmış numune kataloglarımız mevcut. Kumaşları kesmeniz gerekmez, dedi. Hanımefendiye kataloglardan verin, iade edilmek kaydıyla onları götürsün…. Bir an durakladıktan sonra, “Ancak bebek meselesi gerçekten biraz ters,” dedi... Gerçekten bebek uyanır ağlar ise, büyük problem olur. Bunu nasıl çözeriz, doğrusu bilemiyorum. “ Bakışlarından benden hoşlandığı belli oluyordu. Ricamı da geri çevirmek istemiyordu anlaşılan. Ama hakikaten çok tuhaf bir istekte bulunuyordum. Adamcağız da içinden nasıl çıkacağını bilememişti. Onu rahatlatmak için gözbebeklerinin ta içine bakarak; “ Beyefendi, öncelikle nezaketiniz ve alakanız için sonsuz teşekkür ediyorum,” dedim…Ama gerçekten endişe edecek bir şey yok…. Kapıda yalının şoförü beni bekliyor. Bebeğimin ise, karnı tok ve özür dileyerek söylüyorum, altı da temiz,” Müdür bey; İlgiyle dinliyor beni. Devam ettim ” Uyanırsa ki bu durumda hiç sanmıyorum, portbebenin içinde bir biberon sütü var. Gidip, geri dönmekte azami gayrete göstereceğimden de emin olabilirsiniz.” An kadar süren sessizliğin ardından, müdür bey; Emin olun, ilk kez, böyle bir durumla karşılaşıyoruz… Fakat sizin gibi saygıdeğer bir müşterimizin ricasını kırmak da mümkün değil,” demez mi? Neredeyse “ Oley!” diye bir çığlık atacaktım. Kendinden emir tavrımı muhafaza ederek; “Hanımefendinin karar vermesinde etkili olacağım için, şu an benim seçtiklerimi, onun da onaylayacağından eminim. Bu demektir ki işim çok çabuk bitecek, dedim. Katalogu alır almaz, önce sevgili iş ortağımın yanına gidip, eğildim ve yüzüne bakarmış gibi yaparak; “Ah canım, mışıl mışıl uyuyor,” dedim…Lütfen içiniz rahat olsun, sizi üzeceğini hiç sanmıyorum. Ben bir an önce gidip geleyim... Şimdilik hoşça kalın, gösterdiğiniz nezakete tekrar teşekkürler. Müdür bey arkamdan seslendi “Dönmenizi sabırsızlıkla beklediğimizi unutmayınsakın.” *** Koşar adımlarla binadan çıkarak, ilk gördüğüm kafeteryadan içeri daldım. Niyetim burada bir süre oyalanmaktı. Adamları ikna etmek için verdiğim mücadeleden yorulmuş, bitap düşmüştüm. Üstelik işin sonunu nasıl getireceğim konusunda da ciddi şekilde endişelenmeye başlamıştım. Katalogları masanın üzerine bırakıp, bir muzlu ve de buzlu süt istedim. Beni biraz rahatlatacağını düşünüyordum. Yavaş yavaş yudumlarken şu ana kadar yaptıklarım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeye başlamıştı. “Aman Allah’ım… Bütün bunlara nasıl da cesaret etmiştim?” Bir sürü çılgınlığım olmuştu bu güne kadar…Neden ve niçin yaptığımı bilemediğim, ama böylesine ilk defa kalkışıyordum ve sonunu nasıl getirecektim bilemiyordum. Ya bu kez işin sonu cezaevinde biterse?... Yok hayır böyle bir neticeye izin veremezdim. Cesaretle başlamış, cesaretle bitirecektim. O an yine bir güç geldi sanki. Hesabı ödeyip, garsona tuvaletin yerini sordum. Kendime biraz çeki düzen vermeliydim. İçeri girdiğimde kimse yoktu. İlk iş olarak, boy aynasında kendime şöyle bir baktım. Rengimin biraz solması dışında, hala hoş görünüyordum. İlk iş, soğuk suyla ıslattığım mendilim ile boynumu, ensemi ve göğsümü biraz nemlendirdim. Saçlarımı açıp, taradım ve topuzumu yeniden yapıp, rujumu tazeledim. Biraz da elmacık kemiklerime allık sürdükten sonra, aynadaki endişeli yüzüme bakarak , “Hayır Salhe” dedim.. Şimdi olmaz… Vazgeçmek yok, sen bunu da başarırsın” Aşağı yukarı, bir kırk beş dakika kadar oyalanmıştım. Yeterince vakit harcadığımı düşünüp, tam mağazadan çıkmıştım ki, birisi arkamdan“Hanımefendi.. bakar mısınız” diye seslenince, içime çöreklenmiş, o kahrolası kuş, anında uyanıp, deliçe çırpınmaya başladı yine. Durdum, nefesimi tutarak, arkama döndüğümde, bir adamın kafe de unuttuğum katalogları kucağına basmış bana doğru koşturduğu gördüm. “Bunları unuttunuz bayan” deyip, katalogları uzattı. “Hay Allah” dedim… Nasıl unuttum ben bunları?” Ne olacak.. Kafamın içi, Çıfıt çarşısı gibiydi. “Ah! Sağolun…Dalgınlık işte,” deyip, adama teşekkür edip, yoluma devam ettim. İyi ki ben mağazaya varmadan önce fark edilmişti. Kendime yeniden kızdım. “Kafanı topla Salhe.. Ne bu hal?” Alışveriş mağazası, artık iyice hareketlenmişti. Bu kuşun uyanması ise, hiç de iyi olmamıştı. Kalp atışlarımın sesi, nerdeyse dışarıdan duyulacak kadar hızlıydı. Birkaç kez, derin derin nefes aldıktan sonra, mağazadan içeri girip, kumaşların bulunduğu bölüme doğru yürüdüm. Tezgahların başında, bir kaç müşteri daha vardı. Görevlilerden biri beni görünce; -Ah! Tanrıya şükür, dedi… Vakitli gelebildiniz. -Hayır ola?... Küçük yaramaz uyanıp sizi sıkıntıya mı soktu yoksa? -Yok, hayır, merak etmeyin… dedi… Kesinlikle hiç sesi çıkmadı. Biz sadece, bu sürede uyanacak diye biraz endişe ettik. “Oh! çok sevindim… Söylemiştim , sizi üzeceğini sanmıyorum”deyip, doğruca bebeğin yanına gittim ve yüzündeki tülbendi aralayarak, yanağına bir öpücük kondurdum. “Canım, uslu oğlum benim…” Sonra “ Yalnız hemen biri benimle ilgilensin, seçtiğimiz kumaşları göstereyim,” dedim. Ona göre de hesabı çıkartalım.” Öyle kararlı konuşmuştum ki, gencin gözleri parıldadı yine. Oh!....Gelsin pirimler. “Derhal efendim… Önce siz seçtiklerinizi söyleyin,.. dedi, raftan indireyim. Kaçar metre olacaklarını tespit ettikten sonra, fiyatlandırırız” Katalogları, bir bir açıp, gözüme hoş görünen bazı perdelikleri, tülleri ve birkaç adet de kostümlük kumaşı, işaret edip “Bunların tümünü alıyoruz,” dedim. -Tamam.. Her birinden kaçar metre olacak efendim? -Yanlış anladınız… Hepsini derken, toplarıyla dedim, metreyle değil. -Şey.. nasıl yani…. Toplarıyla derken? Bütünüyle mi ? -Ee..Evet.. Niye şaşırdın delikanlı? Doğrusu, ben de olsam, ancak bu kadar şaşırırdım. Bir anda milyonlarca liralık bir sipariş vermiş oluyordum. Daha önce, bir iki saat içinde, böylesine yüklü bir kumaş satışı yapmamışlardır sanırım. Primle çalıştıkları da düşünülürse, çocuğun memnuniyetten, neredeyse ayakları yerden kesiliverecekti. Ben devam ettim. “Lütfen siz hesabı hazırlaya durun, biri de kumaş toplarını binanın ön kapısında duran, siyah renkli, falanca plakalı jipe yüklesin” dedim. Şoför de size yardımcı olur” Elbette ki kapıda, ne bu plakada bir jip, ne de şoför, bulamayacaklardı. Tezgahtar genç, “Tabi… “ dedi, derhal efendim. Heyecandan ve belli etmemek için gösterdiğim çabadan, artık neredeyse düşüp bayılacaktım. “Şuradan, yüzümün akı ile, bir çıkıp gidebilseydim Allah’ım!” Müşterilerden bazıları da şaşırmış görünüyordu bu satışa.. Çaktırmadan, beni tepeden tırnağa süzüyorlardı. Öyle ya; Bir kalemde bu kadar çok sipariş veriyordu birisi.. Allah bilir kıskançlıklarından kudurmuşlardı da. İki ofis boy, kumaşları yüklenip, mağazadan çıktı. Çok geçmeden, birisi, nefes nefese geri geldi. -Şey!...Efendim, çok affedersiniz… Kapıda verdiğiniz plakada bir araba göremedik. Bunu zaten bekliyordum. Hiç istifimi bozmadan ve çok şaşırmış gibi yaptım. -Aaa..Nasıl olur? Kesinlikle beni indirdikleri yerde kalmalarını tembih etmiş, hemen geleceğim demiştim.” Tezgahtar gençlerden birisi “Kapının önünde park ettirmiyorlar… Belki bir tur atıp geri gelecektir araba” deyip, çocuğu tekrar, gidip bir bakması için geri gönderdi. Ama çocuk çok geçmeden, yine koşarak geri gelmişti. Bu arada, hesap çıkarma işi, hala devam ediyordu ve telefonla müdür beye haber vermeyi de ihmal etmemişlerdi. Eh!.. Bayağı yüklü bir sipariş olayıydı bu. Biraz övüneceklerdi sanırım. Ayakta dikilmekte olan ofis boy, sıkıntıyla araya girmeye çalıştı. -“Şey! efendim…..Özür dilerim…” dedi. Arkadaş hala dışarıda bekliyor, ama ne gelen, ne giden var. Ne yapalım? -Ayy.. inanmıyorum ya? Diye sızlandım. Adamlar bana bakıyor, ben onlara bakıyorum. Oyun uzadıkça, ipin ucu iyice kaçmış ve bende de titremeler başlamıştı. Adamlar, bu halime bakıp, şoförün ortalarda olmamasından gelen gerginliğe vermiş olabilirlerdi. Doğrusunu isterseniz, ben öyle sansınlar istiyordum. -Hadi… dedim….Şu hesabı bir an önce bitirelim ki çekinizi yazayım. Ofis boya dönüp “Bu arada sen de git bir taksi çevir bari, daha fazla beklemek istemiyorum,” dedim. Ofis boy, ne yapayım der gibi, görevliye baktı. Bir göz ucuyla da bana bakıyordu. Tezgahtar’dan onayı alınca, kalan kumaşları da yüklenip, gitti. Gariban gide, gele helak olmuştu. Tekrar geldi ğinde “ Efendim..” dedi, kumaşları taksiye sığdıramadık ama şansınıza, kapalı kasa bir kamyonet geçiyordu, onu çevirdik.” Hemen atıldım “Kamyonet mi?...dedim “ Neyse canım.. İçi temiz miydi bari ? Kumaşları öyle bakmadan, pat diye atmasaydınız içine? -Yok efendim, telaşlanmayın… Onu düşünerek, şoför arabanın içine, büyük bir naylon yaydı,” dedi. “Oh! Şükürler olsun” Eylemin sonu geliyordu ve kumaşları göndermeyi başaracaktım. Bir kağıda evimin adresini yazıp, ofis boyun eline tutuşturdum. “Git, bu adresi şoföre ver. Kumaşları oraya teslim etsin. Adını ve plaka numarasını almayı da unutmayın” diye de tembihlemeyi ihmal etmedim. O, hala karşımda öylece dikilmiş, yüzüme bakıyordu. Bu kez, görevliye danışmasına fırsat vermek istemedim. Omzuna, hafiften vurup “ Hadi, hadi.. Ne duruyorsun?.... Bak işimiz acele, zamanınız yok,” deyip, adamı yolladım. Hesabı bitirmenin telaşı içindeki görevli, öylesine meşguldü ki ofis boyla aramızda geçen konuşmayı, fark etmedi bile. Eh!... Artık bebeğe, yeniden bir göz atmanın zamanı gelmişti artık.. Yüksek sesle “Hay Allah” dedim… “Kendimi öyle kaptırdım ki, neredeyse yavrucuğumun varlığını unuttum.” Doğruca, onu bıraktığım koltuğun önüne gidip, yere diz çöktüm ve “Haniymiş bebişim?.... Annesinin bir tanesi…. Ne de usluymuş, kimseleri de üzmezmiş…”deyip, yüzündeki tülbendini kaldırdım ve birden ayağa fırlayıp, çığlığı bastım. -Olamaz bebeğiiiiiiiim! Bebeğime ne yaptınız? İnanamıyorum, yavrum nefes almıyor! ….O Nefes almıyor… Yavruuuum! Bu haykırışlar, orada bulunan tüm insanlar üzerinde, adeta bir şok etkisi yaratmış ve anında hepsi başıma üşüşmüştü. Etrafımda bir anda, etten bir duvar oluşmuştu sanki. Bense tek kişilik gösterime devam ederek “Allah’ım… Yavrum nefes almıyor….Ölmüş, ölmüüüüş.”diye bağırmayı sürdürdüm. Nasıl beceriyordum, hala bilmiyorum, ama gözlerimden yaşlar, seller gibi akıyordu. Sonunda elimdeki çanta bir tarafa, ben bir tarafa, düştük. Yerde ağlamaya devam ederken, kalabalığı telaş içinde yararak, yanıma gelen bir kişi, beni omuzlarımdan tutarak sarstı. -Hanımefendi, bir sakin olur musunuz lütfen… Ne oldu?... Neden ağlıyorsunuz? Soran gözleri, şaşkınlıkla kocaman açılmış biçimde, karşımda duran bu adam, müdür Erdem beyden başkası değildi. Etrafımızdaki meraklı kalabalık ise, git gide çoğalıyordu. Herkes merakla bir birine, ne olduğunu sorarak, “Neymiş, Ne olmuş?... Ay! ..Kadının çocuğu ölmüş… Aaaa. Nasıl olmuş? Vah vaaah “ diye, olup biteni anlamaya çalışıyorlardı. Onlar, acıyan gözlerle bana bakıyor, bense kendimi hayali senaryoma kaptırmış gidiyordum. -Ah! Canım oğlum…. Sağ bıraktım, ölüsünü buldum… Ah.. Ah!! Erdem bey, biryandan kollarımı tutup, beni ayağa kaldırmaya çalışırken, bir yandan da meraklı topluluğu dağıtmaya uğraşıyordu. -Hadi dağılın lütfen. Bir şey yok..… Bırakın hanımefendi bir nefes alsın… Açılın lütfen, açılın. Hadi ne olur, siz de kalkın yerden. Hem, çocuğun öldüğünü de nereden çıkarttınız canım? Belki sıcaktan kendinden geçirmiştir! Garibim, beni sakinleştirmeye çalışıyordu, ama kendi de heyecandan tir tir titriyordu. Öyle ya; Bu olay, mağazalarının imajı için hiç de hoş bir durum değildi. İsteksizce ayağa kalktım, o da benim koluma girdi ve birlikte, beni yönlendirdiği tarafa doğru, yürüyüp oradan uzaklaştık. Az sonra, portbebedeki ölü bebekle birlikte, Erdem beyin odasında idik. Onlarda bebeğin artık ölü olduğuna, kanaat getirmişlerdi. Ama buna bir türlü inanamıyor ve bir anlam veremiyorlardı. “Nasıl olurdu böyle bir şey?” Erdem bey beni masasının karşısındaki koltuğu oturtup kendisi de tam karşıma oturdu ve ellerini sıkıntı içinde ovuşturarak “ Olsa olsa, yüzündeki örtü yüzünden, havasız kalmış olabilir yavrucak” dedi. İnanın hepimiz şoktayız… Sizi hemen bebekle birlikte bir hastaneye, yada evinize götürelim!.... Ya da siz söyleyin …Ne yapalım?” Bu hali içimi cız ettirmişti doğrusu.. Ama mecburen, oyunuma devam etmek zorundaydım. -Siz ne diyorsunuz Müdür bey? Dedim…Yavrum gitmiş zaten… Hastaneye gidip de ne yım?... Siz beni yalıya gönderin lütfen, onlar gerekeni yaparlar… Hesabı da…” Müdür bey atıldı; “Tamam tamam, Lütfen, şimdi bunu düşünmeyin siz… İşin o kısmı kolay. Nasıl olsa halledilir…. Şimdi arabayı hazırlatıyorum, sizi derhal yalıya bıraktıracağım. İsterseniz ben de size eşlik edebilirim. İçimden “Aman, Aman haa!” diye geçirdim. Yeterince heyecanlanmış, bunalmıştım. Artık bir an önce kendimi bu binadan, dışarıya atmak istiyordum… Ve de yalnız “ Yok, buna gerek yok…” dedim… Sadece, siz bizim şoförü bulunca, onun da yalıya dönmesini sağlayın yeter” Kederli biçimde, başımı sağa sola sallamaya devam ettim. Müdür bey, sağa sola, telefon ile gerekli talimatları verip, bana döndü. -Araba beş dakika içinde hazır olacak. İsterseniz siz bir elinizi yüzünüzü yıkayın, biraz kendinize gelin, dedi.. Yalıdakiler de sizi, böyle perişan bir şekilde görmesinler. Yüzümdeki, akmış boyalar ve dağılmış saçlarımla, nasıl göründüğümü tahmin etmek zor değildi. Ancak daha fazla oyalanacak, zaman kaybedecek gücüm, kalmamıştı. Sesimi biraz da yükselterek, “Kimsenin ne düşüneceği, umurumda değil…. Şu an benim içim yanıyor… içim” deyip, elimle göğsüme vurmaya başladım.. Erdem bey hemen atılıp elimi tuttu.“Tabi, tabi efendim, çok haklısınız...” dedi.. Ben sadece, biraz rahatlarsınız diye düşünmüştüm. Siz nasıl isterseniz." O sırada, görevlilerden biri gelip, arabanın garajda hazır olduğunu belirtti. “Allah’ım…. Hadi..Ne olur.. Bitsin bu işkence…” Buna şiddetle ihtiyacım vardı. Kendimi nasıl bir belaya atmıştım böyle! …Ama yok, yok… Bir daha kesinlikle bu kadar gözü kara olmayacaktım. Erdem bey; tekrar koluma girdi ve "Hadi buyurun gidelim" dedi. Görevlilerin kullandığı asansörden, iki görevli ile birlikte, garaja indik. Siyah makam arabasının şoförü, hemen fırlayıp, nezaketle kapıyı açtı. Beni bindirdikten sonra, diğer kapıyı açıp, portbebeyi de yavaşça yanım koydular. Hepsinin yüzünden, ne kadar şaşkın ve üzüntülü oldukları, açıkça görülüyordu. Erdem bey; arabaya yaklaşıp, kapıya doğru eğildi. “Hanımefendi, size şaşkınlığımı, üzüntümü ifade edecek kelimeleri bulamıyorum…”dedi. Ama emin olun ki bir ihmal söz konusu değil…. Bu zaten ölüm raporuyla anlaşılacaktır. Allah sabır versin. Başka ne diyebilirim.” Başım öne eğik, gözlerim kapalı duruyordum ve kayıtsız kalıp, ona cevap vermedim. O da, yavaşça kapıyı kapatıp, bu kez şoförün oturduğu tarafa geçti. Cama doğru eğilip, çok alçak bir ses tonuyla onun kulağına bir şeyler fısıldadı.. Öyle yavaş konuşmuştu ki dikkat kesildiğim halde, ne dedi anlamadım. Muhtemelen, beni bıraktığı yeri iyice öğrenmemi tembih etmişti. Başıma gelenlere üzüldükleri kesindi. Ama eğer, onca kıymetli malının, uçup gittiğini anlarsa onun içine de bir ateş düşeceği muhakkaktı. BEBEK - 4.BÖLÜM Yola koyulduğumuzda şoföre, köprüyü geçip, Beylerbeyi istikametine dönmesini söyledim. Herkes gibi adamcağız da, olan biteni öğrenmiş ve üzgün görünüyordu. Bir şeyler söylemek istedi, kem küm edip vazgeçti. Bakmamaya gayret gösteriyorsa da, arada bir dikiz aynasından, beni süzmeden edemiyordu. Bana acıdığı, yüz ifadesinden belli oluyordu. Hava oldukça sıcaktı, ama bu son derece lüks makam arabasının içinde, farkına varılmıyordu. Ben rolüme devam ederek, arada bir burnumu çekiyor, “Yavrum, yavruuum!”diye inlemeleri sürdürmeye devam ediyordum. Boğaz köprüsünün trafiği, her zamanki yoğunluğunda seyrediyordu. Gerçi durmuyorduk, ama ağır ilerliyorduk. Gişeleri geçtikten sonra, ancak hız alabildik. Boğaz yoluna saptığımızda, Beylerbeyi’nden itibaren, bütün yalı kapılarına göz atmaya ve işte burası diyebileceğim bir yer bulmaya, gayret gösteriyordum. Demir kapılı, yüksek duvarları olan bir yalının önünden geçerken, kapısının aralık olduğunu gözüme çarptı. Hemen “Dur… Duuuur!” diye bağırdım. Yalıyı henüz geçmiştik. Şoför ani bir fren ile durdu. Eğer yakalayamasam, nerdeyse bebek şoförün kucağına doğru uçacaktı. Adam kekeleyerek, “Çok özür dilerim hanımefendi… Acemi gibi davrandım, ama siz öyle aniden bağırınca…” “Hayır… Kabahat bende.. Dalmışım…Yalıyı geçtiğimizi fark edince, birden boş bulundum,”dedim. Şoför, arabayı biraz daha ileri sürüp, uygun bir yerden döndü ve yalının önene gelip durdu. Arabadan süratle inip, kapımı açtıktan sonra, diğer kapıya dolanıp, açtı ve yavaşça çekip, portbebeyi de eline aldı. Yalının aralık duran kapısını iterek, eliyle buyurun işareti yapmıştı ki, ben uzanıp, portbebeyi elinden aldım. “Sağolun, çok yardımcı oldunuz... Siz artık gidebilirsiniz.” Ama adam, gitmeye hiç niyetli görünmüyordu. Israr edip “İzin verin efendim, kapıya kadar eşlik edeyim. “ Dedi. Belli ki söylenen talimatlar da bu da vardı. Beni eve kadar, teslim etmek istiyordu. Yine buna fırsat vermeyip “Yok.. Gerek yok, gidin siz” deyip ”Hafifçe kolundan tuttum ve kapıya doğru itekledim. O da gayriihtiyari dönüp, çıkmak zorunda kaldı. Arkasından, demir kapıyı usulca kapattım ve sırtımı kapıya yasladım. Emektar kuşum vazifesine çoktan başlamıştı yine. Bacaklarım titremekten, beni taşıyamaz hale gelmişti nerdeyse. “Eeee.. Ne olacaktı şimdi? El alemin bahçesinde işim neydi?“ Kapana kısılmış gibiydim. Dışarıda şoför, içerde, elimde gün boyu dolaştırdığım ölü bir bebekle, bendeniz. Az sonra, motor sesini duydum. Şoför, nihayet gitmeye karar vermiş olmalıydı. Eminim, şimdi doğruca, patronunun yanına gidecek ve beni hangi yalıya götürdüğüne dair, raporunu verecekti. Allah’a şükürler olsun, işin bu kısmından da sıyrılmayı başarmıştım. Arabanın gitmesiyle, içim biraz yatışmıştı. Yerimden kıpırdamadan, etrafa bakınmaya başladım. Aşağı doğru eğimli bir yolu olan, kocaman bir bahçe duruyordu karşımda. Ama ortalıkta kimse görünmüyordu. Şemsiye gibi, yere doğru eğilmiş dalları olan ağaçlar, rengarenk güller ve çiçeklerle bezeliydi her taraf. Bahçenin tam ortasındaki göbekte, kocaman bir palmiye ağacı duruyordu. Etrafında, yine rengârenk çiçekler ekilmiş, yuvarlak bir bölüm vardı. Tüm bunların arkasından iki katlı, aşı boyalı yalı, görünüyordu. Kim bilir kimin yalısıydı? Eee.. Hala ne dikilip duruyordum ki burada? Artık kimseye görünmeden çıkıp gitsem iyi olacaktı. Arkamı dönüp, tam elimi kapının koluna uzanmıştım ki, arkamdan, bir erkek seslendi. “Kimsin?.. Kimi arıyorsun?” Sert ve doğu şivesiyle konuşmuştu. Olduğum yerde öylece kalakaldım.“Hey güzel Allah’ım, ne olurdu, şuradan birilerine görünmeden çıkıp gitseydim!” Yavaşça geriye döndüm. Karşımda gri renk tulum giymiş, bir elinde kocaman bahçe makası tutan, orta yaşlarda, tombulca bir adam duruyordu. Çok sevimli ve babacan bir görüntüsü vardı. Benim darmadağın halimi görünce, gözlüklerinin üzerinden hayretle bakan bu sevimli adam, belli ki buranın bahçıvanıydı. “Hayırdır inşallah?” Dedi. “Nedir bu haliniz? Siz ağlamışsınız da? E..tabi, mağazada yarattığım senaryo gereği, az ağlayıp, dövünmemiştim. Bu görüntüme yansımıştı mutlaka. O böyle şefkatle yaklaşınca, ben yeniden ağlamaya başladım. Bu kez, hem yaşadıklarımın stresinden hem de, kurtulmuş olmanın sevincindendi gözyaşlarım. !Allah, Allah!… Ne oldu be kardeşim? … Nedir mesele?” “Ah bir bilsen!” Dedim, kendi kendime. Sonra, onun yemyeşil uzun kirpikli gözlerine bakarak,“İçeri izinsiz girdiğim için özür dilerim,” dedim, burnumu çekerek. “Az ilerde caddede, bir kedi ezildi… Gözlerimin önünde olunca, çok fena oldum. Sıcak havadan da bunalmıştım. Baktım kapınız açık, bir bardak su isteyebilirim diye girmiştim içeriye." Tekrar burnunu çekerek, devam ettim.“ Sonra, bunun iyi bir fikir olmadığını düşünüp, vazgeçtim“. Meğerse adamcağız da bu konuda pek bir dertliymiş. “Ah! efendim… Bunların her biri, baba parasıyla çekmişler arabaları atlarına, bir aşağı bir yukarı, hız yapıp duruyorlar buralarda,”dedi. Sadece hayvanları telef etseler iyi... Az insan da ezmediler şimdiye kadar ” Sonra o babacan tavrıyla, “Durun... Ben size hemen bir bardak su getireyim de kendinize gelin” deyip, bir şey dememe fırsat bırakmadan, arkasını döndü, koca göbeğini hoplatarak, meyilli yoldan aşağıya doğru, koşar adımlarla indi ve yalıdan içeri girdi. Bunu fırsat bilip, hemen kapıyı açtığım gibi, kendimi dışarı attım. “Of ya!” Bu pürüzden de kurtulmuştum. Artık bir an önce, evime kavuşmak istiyordum. Çektiğim perişanlık yetmişti doğrusu. *** Sokaklarda fazlasıyla zaman harcamıştım. Portbebe elimde, gittikçe sanki daha ağırlaşıyordu. İyi niyetli bahçıvan, elinde su bardağı geri gelip de beni bulamayınca, kim bilir ne düşünecekti? Ama benim şimdi, kimseleri düşünecek halim kalmamıştı. İlk iş, bir taksi çevirip, kendimi içine attım. Adresi söyledikten sonra, arkama yaslandım ve çantamdan küçük aynamı çıkarttım. Saçlarımı açıp yeniden ensemde topladım. Mendilime biraz kolonya döküp elimi yüzümü şöyle bir sildim. “Oh!” Azıcık ferahlamıştım. Bu arada şoförün, benim garip halimi, dikiz aynasından izlediğini fark edince, “Gözüme ne kaçtıysa, çıkarayım derken kendimi palyaçoya döndürmüşüm.” Deyip güldüm. Şoför, “Estağfurullah ablacım, dedi. Ama gerçekten kötü kızarmış gözleriniz.. Çok ovaladınız herhalde!” Yine aynı hitap şekli. Duyduğum anda, şalterlerim atıveriyor elimde değildi. Buna rağmen, bu kez de kendimi tutup, ders verme kalkışmadım. Nerdeyse, ikindi olmak üzereydi. Sadece, biraz daha hızlı gitmesini rica ettim. Ama en azından içimden “Hay senin dilini eşek arıcı soksun emi” demeden duramadım. Nefret ediyordum bu hitaplardan. Bu konuda tek sıkıntısı olan ben olmadığımdan da eminim. Ama hangi birini terbiye edeceksin ki?” Nihayet, mahalleye varmak üzereydim. Bebeğin üzerine örttüğüm örtüyü alıp, bu kez, portbebenin üzerine örttüm. Taksiyi, bir sokak aşağıda durdurup, parasını ödedim ve indim. Portbebeyi bir paket taşır gibi kucaklamıştım. Çünkü; ne olduğu anlaşılmasın istemiyordum. Evime doğru, hızlı adımlarla elerlerken, mahallenin çocukları her zamanki gibi top peşinde koşturuyorlardı. Evimi uzaktan göründüğüm an, sanki bir sevinç kapladı içimi. Ancak, bu sevinç, kursağımda kaldı. Çünkü; kendimi olaydan bir an önce sıyırmayı düşünürken, kumaşları yükleyip yola çıkarttığımız kamyonet, tamamen aklımdan çıkıp gitmişti. Nasıl da unutmuştum bunu! İşte o an, başımdan aşağı, sanki kaynar sular döküldü. Adam gelip beni bulamayınca, muhtemelen geri gitmişti. "Allah'ım! Allah’ım! “ Bütün çektiğim eziyetler, boşa mı gidecekti şimdi?" Gitsin, gitmesine, bu kısmı hiç önemli değildi. Ama şimdi adresim öğrenilecek ve ölü bebeğin akıbeti de bir şekilde araştırılacaktı. ”Eeee… sonra?” Bunu düşünmek bile, iliklerime kadar buz kesmeme yetmişti. Tam kurtuldum diye sevinirken, dibe vurmak, diye buna denirdi herhalde. Bütün bu heyecana nasıl dayanıyor da bayılıp, düşmüyordum hayret ediyordum. Kapımı açıp, eve girdim ve doğruca yatak odasına çıktım. Portbebeyi, komodinin üzerine koyduktan sonra, üzerimi bile değiştirmeden kendimi yatağa bıraktım. Öylesine bitkindim ki anında kendimden geçip, uyuya kalmıştım. Derinden derinden, evin kapısının “güm, güm” vurulduğunu duyuyordum, ama bir türlü ayılamıyordum. Vuruşlar daha da şiddetlenince, kendime gelip, yataktan kalktım. Kapı hala“ Güm! Güm!”diye ısrarla vurulmaya devam ediyordu. Doğruca pencere yürüyüp, açtım ve aşağıya baktım. “Aman Yarabbi!... O da ne?” Kapıda döner ışıklarıyla bir ekip arabası ve iki polis memuru durmuyor mu? “Eyvah?”Dedim. Artık işin kaçar tarafı kalmamıştı. Aklıma gelen başıma gelmiş ve işte beni bulmuşlardı. *** Pencereden baktığımı görmüşlerdi. Birisi, elindeki feneri cama doğru tutarak “Bacım bir aşağı gelir misin?” Dedi. Bir robot gibi, merdivenlerden ağır ağır inerken, içimden söyleniyordum “Bir sıçrarsın çekirge, iki sıçrarsın çekirge… Sonunda işte böyle ele geçersin çekirge.” Diye içimden söyleniyordum. Kapıyı açtım. Bütün mahalleli de polislerin etrafına, üşüşmüş ne oluyor diye, öyle bakıyorlardı. “Buyurun… Ne istemiştiniz? “ Bu titrek ve korku dolu ses benden mi çıkmıştı? Memurlar, beni şöyle bir süzdükten sonra, “Hakkınızda şikayet var bayan. İfadenizi almak için karakola gelmeniz gerekiyor… Buyurun gidelim.” Deyip, arabayı işaret ettiler. Olmazdı ya, belki herhangi bir nedenle gelmişlerdir umuduyla,“Ne şikayetiymiş bu?… Kim etmiş?” diye sordum. Ancak; sesimdeki titremeler ve çatlaklık beni kolayca ele veriyordu. Polis memuru, alaycı bir gülüşle, dudaklarını bir yana kaydırarak, yüzüme baktı. “Kim mi şikayet etti? ….Bilmiyor musun yani?” “Eee…. Evet.. Bilmiyorum.” “Ya!... Öyle mi? İstersen ben hatırlatayım sana.... Bugün bir kumaş mağazasını dolandırmaya çalışan sen değil misin?” Eyvah? İşin rengi belli olmuştu işte. Ne diyebilirdim ki? Sözün bittiği yere gelmiştim. “Hadi hanım, buyurun gidelim…. Gerisini merkezde anlatırsın.”dedi polis memuru. “Şey!...Bir dakika, çantamı ve anahtarımı gidip alayım bari” dedim uysalca. Tabi ki paşa paşa, peşlerine takılıp gidecektim. Çünkü; bundan sonra, uyduracak bir senaryo da kalmamıştı. İçeri girip çantamı ve anahtarımı alıp geri geldim. Ekip arabasına binmeden önce, dönüp evime bir kez daha baktım ve gözlerim doldu. Belki de uzun bir zaman, görme şansım olamayacaktı. Polis memurunun sesiyle, irkildim. “Hadi hanım, oyalanmayın!… Buyurun… Binin arabaya.”demesiyle doğruca arabaya yürüdüm. Ölü bebek evde kalmıştı. Kimse bir şey demeyince, ben de sesimi çıkartmamıştım. Kuzu kuzu, arabanın arkasına geçip oturdum. Gün boyu, ortalığı yakan güneş çekilmiş ve akşam serinliği çıkmıştı. Polis merkezine vardığımızda, bir kat yukarı çıkıp, büyükçe bir odaya sokuldum. Başkomiser olduğunu öğrendiğim bir kişi, geniş makam masasının arkasında oturmuş, dikkatle telsiz konuşmalarını dinliyordu. Tahminen orta yaş üzerindeydi. Kır saçları, hayret ettirecek derecede gür ve fırça gibi dimdik havada duruyordu. Katran rengi, bilmem kaçıncı çayını, yarım bırakmıştı. Kül tablası ise, ağzına kadar sigara izmaritiyle doluydu. Beni odaya getiren polis memuru, onu saygıyla selamlayıp ”Söz konusu şahsı, getirdik efendim “dedi…. Komiser koltuğunda şöyle bir arkasına yaslandıktan sonra, “Yaa! dedi….. Demek o sensin!” Hayret etmiş gibi bakıyordu. “Demek, bunca düzmece olayın kahramanı kadın, sensin ha? “ “…………………” “Geç… Söyle karşıma otur bakayım.” Eliyle, masasının karşısındaki kodlukları işaret etti. Gösterilen yere, tek kelime etmeden gidip oturdum. Ya da, çöktüm desem, daha doğru olacak. Baş komiser, odada beklemekte olan polis memuruna dönüp,”Siz de gidin söyleyin” dedi, şikayetçi kişileri de içeri gelsinler” Şikayetçiler mi? “ Bu sözü duyar duyar duymaz, istemsiz olarak, ayağa fırlayıverdim. Tabi malum kuşum durur mu? O da benimle birlikte havalanmış ve vazifesini sadakatle yapmaya başlamıştı. Başkomiser “Otur! Otur yerine… Ne kalkıyorsun? “ diye kızgın bir ses tonuyla bağırdı. Öyle korkmuştum ki derhal, koltuğa çöktüm. Bir elimle göğüs kafesimin üzerine bastırıyordum. Bıraksam, sanki kalbim dışarı fırlayacaktı. A z sonra, kapı açıldı ve içeri, yalının yardımsever bahçıvanı, yakışıklı müdür, Erdem bey ve tezgahtar çocuklar arka arkaya girdiler. “Allah’ım! … O an yer yarılsa da, keşke ben içine girebilseydim…. Bu nasıl bir utançtı Yarabbi!“ Çaresiz, bakışlarımı kaçırıp, başımı öne eğdim. Başkomiser, yerinden kalktı ve bir iki adım attıksan, sonra tam aramıza gelip durdu. “Evet beyler, Ne diyorsunuz ?...Bu kadını tanıdınız mı? Hepsi birden “ Eveeeeeet… “ diye adeta koro halinde cevapladılar bu soruyu. “Peki söz kişi bu mu? “ “Eveeeet, bu kadın, o kadın.” Komiser bu kez bana döndü, “Bak!… Bütün bu beyler de seni tanıdılar” dedi. Hangi iddia ile buraya getirildiğini de biliyorsun artık… Ne diyorsun bütün bunlara? “……………….” Dilimi yutmuştum sanki. İstesem de ağzımdan, tek kelime çıkmıyordu. Aslında beni affetmeleri, için onlara yalvarmak istiyordum, ama nafile. Kelimeler düğüm olmuş, boğazıma takılı kalmışlardı. Bu kez başkomiser; daha yüksek bir ses tonuyla “ Eee!.. Ne diyorsun bakalım?.. dedi…Hadi konuş.” Bu ses tonu, beni öyle korkutuyordu ki konuşacağım varsa da ağzımı açamıyordum ki. “……………..” “Anlaşıldı,” dedi başkomiser “Sükut ikrardan gelirmiş… Sen suçunu kabul ediyorsun demek” Gözlerime doluşan ve o ana kadar tutmaya çalıştığım yaşlar sel olup, akmaya başlamıştı. Bunu hiç istemiyordum aslında. Ama kendimi tutamıyordum ki. Başım öne eğik, öylece duruyordum. Çünkü; “Bunu nasıl yaptın?” diyen bakışları görmek istemiyordum. “Sayın Komiserim!”dedi birisi. Sorun lütfen bu kadına?.. Mağazaya geldiğinde, elinde portbebe ile ölümüne sebep olduğumuzu söylediği bir bebek taşıyordu… Ne oldu o bebeğe? “ Can alıcı soru nihayet gelmişti işte. Hemen başımı kaldırdım ve aynı anda, onunla göz göze geldim… Yani, benim yakışıklı müdürüm Erdem beydi soruyu soran. Gözlerinden adeta ateş çıkıyor gibiydi. başkomiser, elini, kır saçlarının üzerine götürüp, öne arkaya doğru gezindirdikten sonra, bunu davacılardan önce akıl edememenin rahatsızlığı ile; “Evet ya… Çocuk ne oldu, çocuk? O nerede Ha?” diye sordu. “………..” “O küçücük yavruyu niye bu pisliğe alet ettin?” “……………..” “Nerde bu ceset Ha!? … Ne yaptın onu?” “…………..” Susuyor, daha doğrusu susma hakkımı kullanıyordum. Ne deseydim ki zaten? Verecek cevabım olsa bile, nedenini ne içini, açıklayacak halim yoktu. Başkomiser; “Sanırım bu kadın şokta arkadaşlar” dedi, en iyisi siz ikiniz, onu da yanınıza alıp, doğruca getirdiğiniz yere, tekrar gidin ve bir araştırın… Bakalım ceset evde mi?” Memurlar, bu direktifi alır almaz, beni yerimden kaldırıp, koluma girdiler ve birlikte doğruca gidip, ekip aracına bindik. “Her zaman övündüğüm, o parlak fikirleri üreten beynime ne olmuştu Allah’ım? Neden kendimi kurtarabilecek bir şeyler üretip, kendimi kurtarmaya çalışamıyordum?” Eve vardığımızda, mahallede el, ayak çekilmişti. Ama, ekip arabasının yanan sönen ışıkları ve sesinden, her pencereden bir kafa sarktı dışarı. Birazdan hepsi, neler olup bittiğini de öğreneceklerdi. Bittiğim andı yani. Artık, buralarda yaşamam mümkün olmazdı. Polisler anahtarı elimden alıp, kapıyı açtılar ve hep birlikte içeri girdik. Memurlardan biri aşağıda kalırken, diğeri merdivenlere yöneldi. Üst kata çıkan memurun, ölü bebeği bulması çok zaman almamıştı. Biraz sonra, elinde portbebe, merdivenlerin başında belirdi. “Amirim... Tamam!.. Buldum bebeği!" Tekrar, Hep birlikte dışarı çıktığımızda, bayağı bir kalabalık toplanmıştı. Komşular beni görünce, “Salhe, Hayırdır?... Ne oldu komşu?” gibi sorular yöneltmeye çalışsalar da polis memurları, bir diyaloga fırsat vermedikleri gibi onlara dağılmalarını söyleyerek, beni de adeta itekleyerek, yeniden arabaya soktular. Ben zaten utancımdan değil onlara cevap vermek, başımı kaldırıp bakamamıştım bile. Ekip otosunun arka koltuğunda, içinde ölü bebek olan portbebe kucağımda, iki polisin arasına oturmuş bir vaziyette, emniyetin yolunu tuttuk. Oraya vardığımızda bu kez, boş bir odaya alındım ve orta yerde duran iskemlenin üzerine oturtuldum. Bana saatler gibi gelen bir süre bekleyişten sonra, kapı açıldı ve kollarına girip yürümesine yardım ettikleri, sarı benizli bir adam içeriye getirdiler. “Aman Allah’ım!... Bu adam, o adamdı… Bebeğin cenazesi getirilirken, arkasından iki büklüm yürüyen ve ağlamamaya direnen adam.” Ama şimdi ağlıyordu zavallıcık. Bu bitkin adam, bebeğin babasıymış. Daha önce ki tahminimde, yanılmamıştım meğer. İnsanın en kıymetli varlığını, yavrusunu, kara toprağa vermiş olması yeterince zorken, bir de aynı gün, mezarından çıkartılarak, elden ele dolaştığını görmek, bu zavallı babayı bir kez daha yıkmıştı. Hemen yerimden fırlayıp, kendimi onun ayaklarının dibine attım. Adam bulunduğu yerde öylece iki büklüm duruyordu. Başımı yukarı kaldırdığımda, gözlerimiz karşılaştı. O bakışlar, bana, öğle şeyler söylemişti ki, konuşmasına gerek kalmamıştı. Suçluydum, biliyordum. Kendimi bağışlatmam çok zordu. Uzanıp, bacaklarına sarıldım. “Yalvarırım affedin beni…Kötü bir niyetim yoktu.. Yavrunuzu hiç incitmedim… Ne olur inanın” diye, yalvarmaya af dilemeye başlamıştım ki bunca heyecana, acıya daha fazla dayanamayan yorgun bedenim tekrar bu kederli babanın ayakları dibinde serilip kaldı. Her şey etrafımda fırıldak gibi dönerken, ben bir girdaba kapılmış gibi döne döne, derinlere doğru kayıp gittim. BEBEK - 6. BÖLÜM Mahkeme salonu tıklım, tıklım doluydu. Tanıdık tanımadık bir sürü insan koşturup gelmiş, bu garip davanın nasıl sonuçlanacağını merakı içindeydiler. Oturduğum sanık sandalyesinde, aynı merak ve korku içinde bende nasıl bir ceza alacağımı bekliyordum. Heyecanla didikleyip durduğum tırnak diplerim artık kanamaya başlamıştı. Ancak; hiç acı hissetmiyordum. O sırada yargıç, “ K a r a r !..“ diye bağırınca, Solonda sesler bir anda kesildi ve çıt çıkmaz oldu. “Salhe… dedim, sonun başlangıcına geliyorsun.“ Herkes, dikkat kesilmiş hakimin kararını bekliyordu. Uzun süreli cezaevini boylayacağıma kesin gözüyle bakıyordum. Ancak; ömrümü orda tüketmeyim yeter diye düşünüyordum. O yüzden hakiminin dudaklarından dökülecek sözler bu büyük önem taşıyordu. “Sanık ayağa kalk!”denildiği an, içimden bildiğim tüm duaları okuyarak yerimden kalktım. Gözlerimin tanıdık birileriyle karşılaşmasındanı korktuğum için sadece hakimin dudaklarına odaklanmış durumdayken, Hakim; elindeki kalemi birden ikiye bölüverdi. Bunu görünce, oturduğum yere adeta çöktüm. “Nasıl, yani?.. Eyvah!” dedim. Bunun ne anlama geldiğini biliyordum çünkü. “Türk Ceza Kanunun, … kaçıncı maddesi gereğince sanık suçlu bulunmuş ve İ D A M edilmesine karar verilmiştir.” Tekrar ayağa kalktım ve etrafımı çevrelemiş ahşap parmaklıklara var gücümle asılarak bağırmaya başladım. “Evet!... Suçluyum!.. Kabul ediyorum hakim bey… Ama bu kadar ağır cezayı hak etmedim!” Öyle ya…O bebek zaten ölüydü. Canını ben almamıştım ki!.. Onca ırz düşmanı, acımasız katil, memleketi satan hainler ipten kurtulurken, beni nasıl asmayı düşünebilirlerdi ki? Bu karara itiraz ediyor, acıyla haykırıyordum. “Hayır!.. Olmaz!... Olamaz!..” O çıt çıkmayan salonda, kararı duyanların eğilip birbirinin kulağına fısıldamaya başlamasıyla bir anda karıştı. Hakim elindeki tahta tokmağı, uğultuyu kesmek için “ Güm!.. Güm!.. Güm!” diye birkaç kez masaya vurdu. O tokmağı “Güm!.. Güm!..” indirip kaldırıyor, bende “Hayır!.. Hayııııır!” diye haykırarak, ona eşlik ediyordum. Birden kendime geldim. Gözlerimi açtım ki ne göreyim. Evde ve kendi karyolamda yatmıyor muyum? Ölü bebek ise portbebenin içinde, komodinin üzerinde bıraktığım gibi duruyor ve ben baştan, ayağa kan ter içinde kalmıştım. “Of Ya!..Demek ki gördüklerimin hepsi bir rüyaymış meğer” deyip tam rahatlayacaktım ki, “ Güm!.. Güm!..” vurmaları yeniden başladı. “Allah’ım ne bu!..” Tıpkı kabus gibi. Yok!.. Ne kabusu?.. Bu adeta üzerime çökmüş bir karabasan gibiydi. Hangisi gerçek, hangisi rüya?.. Artık iyice karıştırmıştım. Kulaklarımı kapatıp sesleri duymamaya çalıştım. Ama nafile, gümlemeler aynı hızla devam ediyor ve duracak gibi değil. Ancak; arada bir derinden bir ses de geliyordu sanki kulağıma. Dikkat kesilince birisinin,“Bakar mısınız?.. Kimse yok mu?” diye seslendiğini fark ettim. İşte o an anladım ki bu vuran hakimin tokmağı falan değil, benim evin kapısıydı. Hemen yerimden “Oh! .. Çok şükür” deyip, ok gibi fırlayarak pencereye koştum. Zira, bu gümlemeler daha fazla devam ederse, asırlık evimin kapısının daha fazla dayanamayıp, arkasına doğru devrilebilirdi. Pencereyi açıp aşağıya eğildim. Baktım, kapımın önünde park etmiş bir kamyonet duruyor ve gençten bir adam, ellerini gözlerine siper etmiş, evimin camlara bakınıyor. Bu genç, geç kalınca beni bulamayıp, mağazaya dönmüş olabileceğini düşündüğüm kamyonetin şoförü olmalıydı. “Ay!.. Allah’ım nihayet!” diye sevinç çığlıklarıyla pencereyi kapatıp, merdivenlere doğru koştum. Basamakları bir çılgın gibi, iki iki atlayarak ve yalın ayak kendimi kapıda buldum. Şoföre; “Nerde kaldın ya? ..“ diye çıkışınca adamcağız suçlanmış gibi, “Valla ablacım çok özür dilerim…” dedi,mahcup bir ifadeyle.”Yolda, ummadığım bir anda teker patladı…” Her şeye rağmen Allah’ın sevgili kullarından biri olduğuma inanmaya başlayacaktım neredeyse. Adam daha mazeretlerini henüz bitirmemişti. İştahla, bir eli belinde konuşmasını sürdürdü. “Ya!.. Sorma ablacığım…Tam Stepneyi çıkartım patlayan lastiğin yerine takayım diye, onun da patlak olduğunu ve ihmal ettiğimi hatırladım…dedi. Ttamirciye git filan, ancak geldim ablam… Tamam kardeşim, tamam… Her ne olduysa olmuş.” Dedim. Bıraksam daha bir sürü laf kalabalığı sıralamaya hazır. “Geldin ya, artık gerisi önemli değil!” Bunun üzerine şoför; “Oh! Be ablacığım!”dedi, “Valla rahatladım... Haklı olarak geç kaldığım için kızacağınızı düşünüyordum.” Allah’ım ya!..Sanki inadına bu tarz konuşan insanların hepsi, benim karşıma çıkıyordu. İçimden, “Hay dilini eşşek arısı soksun emi!" diye geçirmeden duramadım. “Hadi… Hadi kardeşim, akşam oldu nerdeyse… İndir şu kumaşları bir an önce… Hem sen de yardım ol, birlikte taşıyalım şunları… Böylelikle geç kalmış olmanı bağışlatmış olursun.” "Olmam mı abla?.. Hele sen bir kapıyı açıver ve nereye koyacağımı söyleye yeter!” Güneş çoktan çekilmiş, ortalık iyice kararmıştı. Bu da işimi kolaylaştıracaktı. Kapıda dikilip geç geldin, niye beklettin muhabbetini yapmaktansa, ganimetlerimi bir an önce içeri taşımak, çok daha önemliydi şimdi. Şoför de, bu tavrımdan rahatlamıştı. Ben, hemen sokak kapısının iki kanadını birlikten açıp, geriye dayadım. Konu komşunun dikkatini çekmeden ve ne olduğunu anlamalarına fırsat vermeden, kumaşları alttaki oturma odasına istiflemeyi başardık. Şoför;iş bitince dayanamamış olacak ki “Bunca kumaşı ne yapacaksın abla? Dükkan mı açacaksın?”diye sormadan duramadı. “Hay!.. Ablan kadar taş düşsün başına emi? “Evet ya!… İyi tahmin ettin… Dükkan açacağım,” diye kestirip attım. Neyse ki, elbirliği ile çarçabuk işi bitirmiştik. Şoförü parasını ödeyip, gönderdikten sonra,, etrafa yine bir göz gezdirip içeri girdim ve kapıyı kapattım. Çok faal ve macera dolu bir gün olmuştu benim için. Ancak; gün henüz bitmiş sayılmıyordu. Bütün gün elimde oradan, oraya taşıdığım ölü bebek, hala yukarda duruyordu ve yavrucak, artık gerçek istirahatına gitmeyi hak ediyordu. Bunu yapmadan huzura kavuşamazdım. Bir önceki operasyondan artık tecrübeliydim nasılsa. Ama harekete geçmek için, yine gece yarısı beklemem şarttı. *** Portbebenin üzerindeki örtüyü kaldırdım. Kanı çekilmiş o masum yüz, iyiden iyiye sararmış, ve vücudundan şimdiye kadar duymadığım garip bir koku da yayılmaya başlamıştı. Bir an önce yeniden toprağa girmesi gerekiyordu. Ama çaresiz vakit gelsin diye beklemek zorundaydım. Bu arada midemden gurul gurul sesler gelmeye başlamıştı. Oldum olası öğün saatlerimi kaçırmaya gelmezdi. Hemen kan şekerim düşer, başım ağırlaşır ve kafam bir kütük gibi olurdu. Portbebeyi kapıp, önce doğruca banyoya gittim. Leğeni yere koyup kaskatı kesilmiş bebeği içine yatırdım. Üzerindeki giysileri çıkarırken bayağı zorlandım. Çünkü; minik beden, dün geceden bu yana, sanki bir beden daha büyümüştü. Sonra mutfağa gidip, buzdolabından, ne kadar buz varsa ve tavana – tabana yerleşmiş karlanmalar dahil topladım ve getirip, bebeğin üzerine koydum. Açlıktan artık başım dönüyordu. Dolapta ise ağza atacak tek lokma yoktu. Eğer bakkal Rıza hala açıksa biraz zeytin peynir alıp midemi bastırabilirdim. Hemen yatak odasına çıkıp, gün boyu üzerimde kalan, buruş kırış giysileri çıkarttım. Sıcak havadan, ve çektiğim heyecandan, bilmem kaçıncı kez terim üzerimde kurumuştu. Ben de koktuğumu hissediyordum. Havalandırmak için döpiyesi komodinin yanında duran iskemlenin üzerine astım. Terden hala ıslak bluzu da kirli sepetine attım. İri bir parça pamuğa bolca kolonya döküp iyice silindim Bir su dökünseydim daha rahatlayacaktım, ama midemin sesine kulak vermem çok daha önemliydi şimdi. Dolaptan, gözüme ilk çarpan lacivert kısa pantolonumu ve üzerine de lacivert beyaz çizgili penyemi giydim. Saçlarımı lastikli bir tokayla at kuyruğu yaparak, evden çıktım.Bakkal Rıza dükkanını çoktan kapatıp, gitmişti. Ama yoldaki market geç saate kadar açık olabiliyordu. Git gide dikleşen yolu, aceleyle ile çıkınca, caddeye vardığımda, nefes nefese kalmıştım. Market düşündüğüm gibi hala açıktı. Ancak; şu anda alışveriş yapacak güçte hissetmiyordum kendimi. Bir an önce bir şeyler yemek ihtiyacındaydım. Gözüm işkembecinin tabelasına takılır takılmaz, rotamı değiştirip, işkembeciden içeri daldım. Havanın sıcak oluşundan mı?.. Yoksa işkembe içmek için erken bir saat oluşundan mıydı bilmem, içersi pek bir tenhaydı. Koca salonda sadece birkaç masa işgal edilmiş durumdaydı. Eh!.. Benim de canıma minnetti doğrusu. Gözüme kestirdiğim kapıya yakın bir masaya ve yine kapıyı sırtımı dönerek oturdum. Oysa her zaman tam tersini yapar, yüzümü kapıya dönük otururdum. Gelen geçeni seyrederek yemek hoşuma giderdi. Bu günkü tercihim, belki de şuuraltı, istemediğim birilerini görebilme tedirginliğimdendi. SIcak işkembeyi, soğumasını beklemeden ağzım yana, yana bitirdim. Üzerine, bir porsiyon bol kekikli, kuzu kellesini istedim. Özellikle kellenin yanak kısımlarına bayılırdım. Etrafta dolanan garson gelip geçerken göz ucuyla beni süzüyordu. Sanırım önüme konan her şeyi, anında silip süpürmeme hayret ediyordu. Ama kimin umurundaydı ki?.. Ben afiyetle yemeğimi masadan kalktım. “Oh!..” Nasıl da iyi gelmişti. İçimden,“Allah kimseyi aç bırakmasın!” deyip, hesabı ödedim ve tekrar evin yolunu tuttum. *** Eve girer girmez ilk iş olarak banyoya girip, piknik tüpünün altını yaktım ve kazanı üzerine oturttum. Sübyan, hala leğenin içinde bıraktığım gibi duruyordu. “Ah!… Keşke yaşıyor olsaydın” diye dertlendim… “Keşke büyüyüp kocaman bir adam olduğunu göreydi anan-baban… Ama rabbim daha çok seviyormuş ki, erkenden yanına almış…“ Uzanıp o buz gibi yanakları sevgiyle, şefkatle okşadım. Sanki bana yardımcı olmaktan mutlu olmuş gibi, huzur dolu görünüyordu şimdi gözüme. Suyun yeterince ısındığına kanaat getirince, leğeni kenara çektim ve üzerimdekileri çıkartıp,banyo kapısının üzerindeki çengele astım. Çarçabuk yıkanıp, abdest aldıktan sonra sıra şimdi bebeği yıkamaya gelmişti. Suyu kazanın içinde biraz ılıtıp, bebeği bildiğim dualar eşliğinde yıkadım.Yıllardır kullanılmaktan rengi atmış pembe bornozumu giyip, bebeği bağrıma bastırdım ve saçlarımdan süzülen sulara aldırmadan doğruca yatak odasına çıktım. Dün gece bebeğin üzerinden çıkarttığım kefen bezi sandalyenin üzerinden duruyordu. Alıp yatağın üzerine serdim ve tam bebeği üzerine yatırmıştım ki, başlıyordum ki ”Güm!.. “Güm!..” evin kapısı yeniden vurulmaya başlamaz mı? Donup kaldım. “Acaba!..dedim yine mi rüyadayım.”Hemen oramı buramı çimdiklemeye başladım. Ama canım yanınca, kapının bu kez gerçekten vurulduğunu anladım. Heyecandan öleceğim nerdeyse. Bir günde yaşadığım bunca heyecan Bu zavallı kalbim nasıl durmuyor hayret ediyordum. Peki!..Yine kimdi gecenin bu saatinde gelen? BEBEK - 10.BÖLÜM Bir ara Ses çıkarmayayım diye düşündüm “Aman!.. Her kimse çalar, çalar gider,”dedim, Ancak; yatak odasının ışıkları yanıyordu ve hala yatmadığım belliydi. Kapıyı çalanınsa gitmeye hiç niyeti yoktu. Elim ayağım birbirine karışmış bir vaziyette, titreyerek alt kata inip, kapıya yanaştım ve seslendim. “ Kim o ?” “Ben kız… Mihri, dedi… Aç hele.” Gelen köşedeki mahalle komşum Mihriban’dı. Çünkü ben onun ismini hep kısaltarak seslenirdim ona. Kim olduğu anlayınca, bir “Oh!” çektim. Çok rahatlamıştım. Mihriban; mahallede tek sıkı fıkı olduğum kişiydi. İyi bir kadındı, ama, patavatsızlığı ve dedikodularıyla pek bir meşhurdu. içimden,“ Ne geldin ki gecenin bu vaktin de? ..Sırası mıydı şimdi?”diye söylenerek kapıyı açtım. Mihriban; elinde bir kase sütlaç ile gülümsüyor. Beni saçlarım ıslak ve üzerimde bornoz ile görünce; “Ana!.. Yıkanıyor muydun kız? Dedi… Tevekkelli değil hemen açamadın kapıyı. Bende nerdeyse gidiyordum.” ”Ah!.. Ne iyi olurdu” diye dedim içimden. “Ne dedin, anlayamadım” dedi. Farkında olmadan bunu sesli söylemiştim demek ki. Lafı hemen çevirip, “Ne iyi ettin sütlacı getirmekle, diyordum” Kaseyi bana uzattı. “Tabi ya!.. Çok sevdiğini bilirim, dedi… Gündüz de geldim iki kez, baktım kapı duvar!” “Sağ ol Mihriciğim…”deyip, sütlaç kasesini elinden aldım. “Bu bir iki işim vardı, erken çıktım evden ve geç geldim, dedim… Halimden anlar gider diye “Biraz su dökündüm yatmadan önce rahatlayayım diye. “ Mihriban, uyanık kadındı, hemen mesajı aldı. “Hımm!.. Anladım, git diyorsun yani?.. dedi. Titremem gözünden kaçmamış olacak ki; “Ayy kız titriyorsun?.. dedi. ıslak ıslak kapıda tutup üşüttüm seni.” İçimden”Tamam gidiyor çok şükür” diye geçiriken; “ Az daha unutuyordum… Benim oğlan dedi ki? Kamyonet dolusu kumaş getirmişsin eve güya!..Doğru mu söylüyor yezit?.. dedi. Ne yapacaksın o kadar kumaşı kız?" Sabahı beklemeden gecenin bu saatinde kapıma düşmesinin sebebi şimdi anlaşılıyordu. Sütlaç getirmek falan bahaneydi yani. Fitili almış, hanımefendi merakını yenmeye koşmuştu. “Senin İrfan, her zaman pireyi deve yapar bilmez misin?...dedim.. Sadece üç – 5 top bir şeydi aldığım” Mihriban; “Hadi canım!.. dedi. Senin birkaç dediğin bir kamyonet dolusu kumaş mı yani?” Tepem atmaya başlıyordu ama, onu ikna edici konuşup bir an önce göndermekti niyetim. Alttan almaya gayret ederek. “Bir kumaş mağazası iflas etmiş, mallarını çok ucuza satıyordu, ben de değerlendirdim, dedim… Hem kendime bir şeyler yaparım, hem de satar harçlığımı çıkartırım, fenamı olur?” Ancak; farkında olmadan onun merakını daha da körüklemiştim. Mihriban; ”Aaa!.. Sahi mi kız?.. dedi. Hadi bir göstersene… Ben de alırım birkaç parça.” Aklım yukarda bebekte, içim daralmalardaydı. “Sabahlar çuvala mı girdi Mihri?.. Yarın gelir bakarsın, dedim… ” Dişlerimi sıkıyordum sinirden. Mihriban; çileden çıkmak üzere olduğumu bakışlarımdan anlamıştı. “Ah! Seni, seni…. Az değilsin Ha!...” deyip, omzuma şakadan bir şaplak attıktan sonra, dönmüş gidiyorken, arkasından seslendim. “Bana bak, öyle sabahın köründe de gelme sakın!.. *** Minik bedeni, beyaz kefenine yeniden sarmak çok zor geliyordu. Daha önce, ne bir ölüyü yıkanırken ne de kefenlenirken görmemiştim. Ne Anneanneme ne de Osman’a “Son kez bir gör” deselerde, bakmayı reddetmiştim. Çünkü onları hep iyi halleriyle hatırlamak istiyordum. Bornozumu çıkartıp, pijamalarımı üzerime geçirdim. Artık minik yavru ile vedalaşma zamanı gelmişti. Kefen bezi üzerine yatırdığım bebeğin, eller ini öpüp, koklayarak iki yanına kavuşturdum ve bildiğim duaları okuyarak kefen bezinin, baş ve ayak uçunu bağladım. Sonra, dolaptan seccadeyi çıkarıp yere yaydım. Anneannemin elleriyle işlediği, kenarları iğne oyalı beyaz namaz başörtüsünü başıma koyup, namaza durdum.Yüce Rabbime, beni yaptığım yanlışlardan dolayı bağışlaması için doğru yolu buldurması için yaptığım dualar, neredeyse gece yarısına kadar sürdü. Yalvarmalarım, af dilemelerim yerini bulur, kabul olur muydu bilmiyordum? Ama ruhum, biraz da olsa rahatlamıştı. Pencere yaklaşıp dışarı baktım. Gökyüzü, pırıl, pırıl ve yıldız doluydu. vlerin ışıkları sönmüş ve el ayak çekilmiş görünüyordu. Bir harekete geçmeden önce, içim daha rahat etsin diye, pencereyi açıp kafamı dışarıya uzattım ve sağa, sola baktım. Evet!..Ortalık, sessiz ve sakin görünüyordu. Sanki mezarlığa ilk defa gidiyormuşçasına heyecan içindeydim. Bebeği kucağıma bastırıp aşağıya indim, bahçeye geçip küreği elime aldım. Baştan aşağı yeniden titremeye başladım. Evin kapısını aralayıp kafamı dışarı uzattım ve hep yaptığım gibi bir sağa bir sola baarak “Ya Allah!.. Ya Bismillah!” deyip kapıdan fırladım ve bir kedi çevikliği ile yolu geçip mezarlığın içine daldım. *** Ağaçların arasına girince, çömelip etrafı dinledim. Gecenin bir yarısı, elinde ölü bir bebek ve ölülerle dolu bir mezarlığın içinde olmak, kaç kişinin harcıydı? Buna cesaret değil, delilik denirdi ancak… Sessizlik insanın kanını donduruyordu. Ölüm sessizliği dedikleri buydu işte. Zaten ne bekliyordum ki? Mezarda ölüleri sohbet ederken bulacak değildim ya!.. Çok fazla ayağa kalkmadan minik mezarın yanına vardığımda toprak yığının üzerinin, papatyalarla doldurulmuş olduğunu gördüm. Kimin?.. Ya da kimlerin geldiğini anlamak hiç de zor değildi? O bilmediğim acılı aile, yavrularının yerinde olmadığını bilmeden, boş toprak yığınını papatyalarla süslemişti. Kim bilir? Ne kadar göz yaşlarını döküp gitmişlerdi. Bebeği yavaşça bir kenara bıraktım ve mezarın üzerindeki papatyaları da toplayıp onun yanına koydum. Arada bir çömelip etrafı dinlemeyi ihmal etmeyerek, taze toprağı kürekleyip kenara yığmaya başladım. Artık tecrübe kazanmıştım, her işi sırasıyla, çarçabuk tamamlayıp, bebeği dualar eşliğinde yerine yatırdım, tahtaları dizdim ve üzerini yeniden toprakla kapattım. Kendisi gibi kar beyaz papatyaları, özenle üzerine yaydım ve gözyaşlarımla suladım. Nedense şu ana kadar bekçinin düdüğünü duymamıştım. Allah vere de eve gidene kadar ortaya çıkmasaydı. Artık evime gitmeye hazırdım. Ayağa kalkıp bu minik mezara tekrar baktım. Eskisi gibi, hiç ellenmemiş gibi duruyordu. Minik yavru artık huzuru bulacaktı. Ona veda etmek hiç kolay olmamıştı. Belki malum olur diye ve umarak son kez seslendim. “Affet!... Affet beni canım!.. dedim… Sen artık melek oldun, cennet seni bekliyor!" * * * AYAR SALHE
BOHÇACI I BÖLÜM Sabah gözlerimi açtığımda, güneş çoktan doğmuş, ortalık ışıl ışıl parlıyordu. Bir gün önce yaşadığım heyecan dolu saatlerin, stresin ağırlığını henüz üzerimden atamamıştım. Her aklıma geleni düşünmeden yapan hallerimden, torbadan çıkan türlü türlü kimliklerimden bıkmış, usanmıştım. Niye böyleydim ben? Yataktan hiç kalkmak istemiyordum. Kendimi son derece yılgın ve bittin hissediyordum. Sanki biri beni fena halde dövmüş gibi, her bir parçam ayrı sızlıyordu. Ama odanın içi havasızdı gibiydi. Nefes almakta zorlandığım için İstemeyerek yataktan kalktım ve gidip pencereyi açtım. Sıcak hava bir alev topu gibi yüzüme çarpmıştı. “Off… neydi bu?” Daha sabahtan böyle olacaksa, akşama kadar nasıl vakit geçecekti. Aşağı indiğimde, duvar saati gözüme takılınca, şaşırıp kaldım. Saat üçü gösteriyordu.Geceyi öylesine derin ve deliksiz bir uykuyla geçirmiştim ki, sabah geçmiş, öğlen olmuş anlayamamıştım bile. Biraz daha kalkmasaydım, günü yatakta bitirecekmişim nerdeyse. Kahvaltı saatini geçirmiştim, ama ben, bir iki bardak çay içmeden asla kendime gelemezdim. Bir gece önce kapı koluna astığım penye bluzumu ve lacivert kısa pantolonum yeniden üzerime geçirip doğruca alt kata banyoya indim. Elimi yüzümü yıkadım ve mutfağa gidip çaydanlığı ocağa koydum. Buzdolabında birkaç zeytin tanesi ve kurumuş bir parça peynirden başka ağza atılacak bir şey yoktu. Artık buna razı olmak zorunda değildim. Oturma odasına yığdığım kumaş topları paraya dönüşmeyi bekliyordu. Çayın altı kaynağınca demleyip, ateşi kıstım ve doğruca bakkal Rızanın dükkanının yolunu tuttum. Mahallenin veletleri, her zamanki gibi, yokuşa falan aldırmadan yine top peşinde koşturuyorlardı. Her gün çevre sakinlerinin, kırılan camlarından, balkonlarındaki çiçeklerine verilen zararlarından dolayı, işittikleri azarın haddi hesabı yoktu, ama kimin umurundaydı. Aslında onlara acımıyor da değildim. Önlerinde yokuş, yanlarında yeşil alan diye bir mezarlık, asırlık evlerin ve dar sokakların arasına sıkışıp kalmış bir mahallede top oynamaya çalışıyorlardı.. Ne yapsaydılar zavallıcıklar? Ellerinde ne varsa onunla yetiniyorlardı işte. Bir yerime, aniden bir top darbesi yememeğe dikkat ederek, (ki çok kez başıma gelmiştir bu) birilerine rastlayıp da gereksiz lafa tutulmamak için hızlı hızlı koşturarak bakkala vardım. Baktım Mihriban da orada değil mi? “Ay!.. Kız Salhe dinlendin mi bari? Dedi… Benim aklım da kumaşlarda kaldı valla.” Devrik gözlü Rıza lafa girdi” Ne kumaşlarıymış bunlar?” Mihriban’a öyle bir bakış fırlattım ki, soruyu sorduğuna pişman oldu. “Hiç canım önemli bir şey değil, diye geçiştirip, Günlük gazetelerden kaldı mı hiç?”diye sordum. Dudaklarında yılık bir gülümseme “Bu saate gazete kalır mı be Salhe hanım, dedi… akşam oldu nerdeyse.” “ Mihriban atıldı; Ben sana bizim gazeteleri getireyim Salhe.. Hasan abin akşama gelinceye kadar sen okur geri verirsin nasılsa.” Mihriban’dan kaçış yoktu, herkesten önce eve gelmeyi kafasına koymuştu. “Tamam,dedim. Bende çay demlemiştim. Al gazeteleri gel” * * * Mutfağa girdiğimde, demliğin kapağı göbek atmaya başlamıştı bile. Şükür ki, tam zamanında gelmiştim. Elimdeki torbayı mutfak tezgahının üzerine boşalttım ve demliğin üzerine biraz daha su ilave edip altını kıstım. Peynirden bir parça kesip ağzıma attım. “Hımm!.. Pek lezizdi doğrusu.” Rıza ağzımın tadını nasıl da biliyordu. Bal, börek, pastırma sucuk olmasa da olurdu ama peynir ve zeytinsiz kahvaltı soframın olmazsa olmazlarıydı. Ama paralar suyunu çekince, kaç gündür kuru ekmeğe bile muhtaç hale gelmiştim. Büyük bir zevkle aldıklarımı kahvaltı tepsisine dizdim. Tam bardakları raftan alıyordum ki, kapı vurulmaya başlamıştı. Bu Mihriban’dan başkası olamazdı. Her zamanki aceleci haliyle, içerden cevap verilmesine imkan tanımadan, ardı ardına yumrukluyordu kapıyı. Ağzıma doladığım neşeli bir türkü ile gidip kapıyı açtım. Yanılmamıştım, Mihriban bir elinde gazeteler, diğer elinde meşhur dantel torbası içeri daldı. Teşkilatlı geldiğine bakılırsa, uzun oturmaya niyetleniyordu. Mutfak küçük olduğu için genelde oturma odasında yerdim yemeklerimi. Ancak bir gece önce getirdiğim kumaşları, aceleyle oraya attığımdan oda müsait değildi. Havanın sıcaklığını bahane ederek, Mihriban’a bahçede yemeği önerdim. Hiç itiraz etmedi. Toz bezini eline sıkıştırıp, “Al şu bezi anacığım, bahçe masasının üzerini siliver sen, dedim... Ben de çayları koyup geleyim” Az sonra arka bahçede oturmuş, bir yandan atıştırıp, çaylarımızı yudumlarken, bir yandan Mihriban’dan günlük havadisleri dinliyordum. Ama benim aklım aslında onun getirdiği gazetelerdeydi. Mihriban anlattıkça anlatıyor, benim içim daraldıkça, daralıyordu. Nihayet lafı döndürdü, dolardı ve kumaşlara getirdi. Akşamdan bu yana benim hiçbir şeyi hazır edemeyeceğimi biliyordu. Ancak, merakını yenemiyordu işte. “ Eh hadi bari… Gel göstereyim.. “dedim. Mihriban’ın çakır gözleri ışıl ışıl parladı. “Yaşa kız … deyip aceleyle masanın üzerindekiler toplamaya başladı ”Şunları da kaldıralım, ortada kalmasın bari” Bu bence de iyi fikirdi. Aksi takdirde, biz içeriye girdiğimiz an, kediler burayı talan ediverirlerdi. Oturma kapısının kapısı açar açar açmaz Mihriban’dan” Oooo…” diye bir ses yükseldi. Kumaşlar dağınık durduğundan, olduğundan da fazlaymış gibi görünüyordu. Öyle şaşırdı ki, nerdeyse küçük dilini yutacaktı. İçeri balıklama bir girişi vardı ki, görmeliydiniz! “Ana kız Salhe… Hani İrfan abarttıydı?... Hani bir iki parça bir şeydi?.. dedi.. Sen basbayağı mağazayı kaldırıp gelmişsin.” Her bir topa tek tek dokunuyor, adeta okşuyordu. “Ay!.. Ay!.. Şunlara bak, şunlara. Ayiii!.. Ya bunlar?.. Hepsi şahane kız. İyi ki herkesten önce ben gördüm.” “Eee… Ne olacak herkesten önce görünce?” “Ne mi olacak… Herkesten önce ben seçip alacağım beğendiklerimi, daha ne olsun.” Mihriban’ın kumaşlara gösterdiği ilgiye bakılırsa, elimde uzun süre kalacağa benzemiyorlardı.. İçimden, “Hadi İnşallah” diye geçirdim. Mihriban; “Ne dedin” dedi… O zaman anladım ki, iç geçirmemiş bayağı sesli düşünmüştüm yine ”Hiiiç... dedim… İnşallah herkes beğenir diyordum.” Mihriban neredeyse bütün kumaşları bir, bir elledi test etti, bir güzel inceledi... Bıraksam muhabbeti bitmeyecek. “Hadi Mihri dedim… Sen bugünlük onlarla vedalaş. Ben düzene koyup, fiyatlarını da belirleyince sana da, komşulara da haber veririm, hep beraber gelir görürsünüz” dedim. Mihriban istemeye, istemeye, -“Eh madem…Dediğin gibi olsun… dedi… Ama çok bekletme bari” Birlikte odadan çıktık. Ben mutfağı toparlarken, o da dantel torbasını eline alıp kalktı. “Daha ne oturuyorum ki… Gidip yemek yapacağım, dedi… Hasan abin beklemeyi hiç sevmez bilirsin.” O kapıdan çıkar çıkmaz, bahçeye koşup gazeteleri karıştırmaya başladım. Her sayfayı dikkatle taradım ama herhangi bir habere rastlamadım. Atlamış, görmemiş olabilir düşüncesiyle tekrar, tekrar baktım, hiçbir haber göremedim. “Hayır… Yoktu işte…” Her hangi bir haber söz konusu değildi. iyi işaretti bu, ama nedense benim içim bir türlü rahat değildi. Bu gün bir haber olmaması doğaldı. Olayın üzerinden daha bir gün geçmişti. Ama ne ertesi gün nede sonraki günlerde, gazetelerde bu konuyla ilgili en ufak bir yazıya rastlamadım. İyice rahatlamıştım. Belki, o kumaşlarıyla ünlü meşhur mağaza, böyle basit bir dolandırıcılık olayına alet olduklarının bilinmesini istememişlerdi. Belki de, henüz yalıya gitmemişlerdi. Öyle ya!.. Acımız vardı bizim. Bir iki gün rahatsız etmek istememişlerdi belki de kim bilir? Şimdi düşünüyorum da, yalıya gidip yapılan alış-verişin bedelini tahsil etmek istediklerinde, ne hale geleceklerdi kim bilir? Yakışıklı Erdem beyi düşündüm bir an. O ne yapacaktı acaba? Elbet onun da üstünde hesap vereceği birileri vardı. Çok zor durumda kalacağı muhakkaktı. “Eee.. napalım? Eğer yüklü bir satış yapmamın sarhoşluğuna ve hoş bir kadının cazibesine kendini kaptırmayıp, işini gerektiği gibi yapsaydı, bu durum başına gelmezdi.” Diye kendime teselli payı çıkarmadan da duramıyordum. Burada esas mağdur olacaklar yalı sahipleriydiler. Ya onlar ne yapsınlar dı? Durup dururken anlamadıkları, bilmedikleri bir durumun içine düşmüş olacaklardı insancıklar. Hele bahçıvanın o tonton yüzü, gözümün önüne gelince, daha çok üzülüyordum. Ama olan olmuştu bir kere. Zamanı geri almak ne yazık ki mümkün değildi. BOHÇACI 2.BÖLÜM Malum kumaşlar nihayet görücüye çıkmaya hazır hale gelmişlerdi. Hepsini cinsine, göre ayırıp, oturma odasının bir duvarına üst üste istifleyip, uygun gördüğüm şekilde fiyatlandırmış, komşuları kah telefonla arayarak, kah Mihriban vasıtasıyla haberdar etmiştim. Satış olacağına bildirdiğim gün, evin içi neredeyse kadınlar hamamına dönmüştü. Havanın sıcaklığı, nemi yetmiyormuş gibi, bir de mahallemin, çoğu besili hatunlarının bir araya gelmesiyle, odanın içindeki ısı iki katına yükselmişti nerdeyse. Her iki dakikada bir kapı çalınıyor ve bir başka kadın; “Ay!.. Geç kalmadım inşallah!”diye geliyordu. Aralarında ilk kez gördüklerim bile vardı. Mihri’nin kulaktan, kulağa haberciliği de çok işe yaramıştı anlaşılan. Hepsi sanki bedava bulmuş gibi, kumaşlara saldırıp, “Bundan ne güzel döpiyes olur değil mi kız?... Ay!..Ben şu siyah beyaz puantiyeli olanı çok beğendim.. Ya!.. Şu döşemelikler, perdelikler, bittim valla şekerim…“ diye, birbirleriyle fikir alış-verişine geçmişlerdi. Bense, çay servisi yapacağım diye, mutfakla oturma odası arasında gidip gelmekten helak oluyordum, ama kesinlikle şikayetçi değildim. Bilakis, uğruna kendimi düşünmeden akıl almaz tehlikelere attığım kumaşların, satılıp bir an önce paraya dönüşmesi en büyük isteğimdi. Hatunların hevesli hallerine birbirlerine yaptıkları hararetli konuşmalara bakılırsa günün sonunda bayağı karlı çıkacağa benziyordum. Genellikle başlarında durmayı istemiyordum ama, arada bir odada dikilip, “ Alın hatunlar, alın karlı çıkarsınız emin olun… Nasılsa kandırırsınız kocalarınızı… Bütün gün sizin için çalışmıyorlar mı zaten?.. Üstelik bunlar, gerçekten çok değerli kumaşlar ve bu fiyatlara hiçbir yerde bulamazsınız, haberiniz olsun …“ diyerek gaz veriyor ve ikna olup, çabuk karar vermelerini sağlamaya çalışıyordum. Gelenlerin hepsi ev kadınlarıydılar. Zaten isteseler de çalışamazlardı bunlar. hiç birinin kocası razı gelmezdi. Çünkü öyle yetiştirilmişlerdi. Baba aile reisidir, dışarıda çalışır, karısına çocuklarına bakmakla yükümlüdür. Kadın da, evde çocuklarıyla ve ev işleriyle meşgul olmak zorundadır... İşte o kadar! Sıra nihayet kimin ne istediğine, ne kadar istediğine ve fiyatların ne olduğuna geldiğinde, önceden hazırladığım, içine fiyatları yazmış olduğum defteri elime aldım ve “Hımm… Döpiyeslikler mi?.. Metresi bu kadar… Elbiseliklerse şu kadar… Perdeliklerin, döşemeliklerin fiyatları bu-şu… ”diye gayet ciddi bir tavırla soruları cevaplamaya başladım. Her gördüklerini almaya heveslenirlerdi bu hatunlar, ama çoğunun peşin almaya gücü yoktu. Kimi zaman, mahalleye gelen bazı satıcılardan giysi karşılığı, kimi zaman da veresiye defterine yazdırarak alış–veriş ederlerdi. Zamanı geldiğinde de ev harçlıklarından arttırdıkları paralarla ödemelerini gizlice yaparlar, kocaların ruhu bile duymazdı. Ben de aynı sistemi uygulayacağımı, rahat olmalarını söylediğimde, Pek bir sevindiler. O zaman da “ Peşin alırsanız bu kadar… Birkaç taksit yaparsanız şu kadar gibi öneriler sundum onlara. Bunun üzerine kendilerine iyice güveni gelen hatunlar, İnanmayacaksınız ama en iyisini, en güzelini ben alacağım diye birbirleriyle yarışıp durdular. Hatta “Ay!.. Ama ondan ben alacağım, sen başkasından seç” yok efendim “ Bu sana yakışır mı canım, güldürme beni… “gibi küçük çaplı tartışmalar bile oldu aralarında. Akşam üstü hanımlar, özenle ölçüp kestiğim, rengârenk kumaşlar koltuk atlarında bir bir çıkıp evlerine giderlerken, bu işten en karlı çıkan elbette ki ben olmuştum. Hem veresiye defterime epey isim kaydetmeyi başarmış, hem de peşinat olarak topladıklarımla, birkaç gün idare edecek kadar, elimde toplu bir para oluşmuştu. Oturma odasının divanına boylu boyunca uzandığımda, çok yorgundum. Güzel bir satış olmuştu olmasına da, bunca kaliteli kumaşı, böyle mahalle sakinlerine satarak tüketmem mümkün değildi. Zaten alan, alacağını da almıştı. Yiyecek değil, içecek değildi ki, ertesi gün gelip yeniden istesinler. Dükkân, dükkân dolaşıp pazarlamaktansa çekiniyordum. En iyisi, her gün değişik bir semte gidip “bohçacı “ misali apartmanları dolaşıp satmaktı. Bu beni hem uzun süre oyalar, hem de bir sürü insan tanımama sebep olurdu. Düşündükçe hiç de fena fikirmiş gibi gelmedi. Düşündüğünü, tartmadan, biçmeden aklına geldiği an yapan ben, ertesi sabah bu maceraya çıkmaya çoktan hazırdım. Geceden kumaş toplarının her birinden birer numunelik parça kesmiş, fiyatları yazdığım defterle birlikte, minik tekerlekli bavuluma yerleştirmiştim. Sabah kahvaltıdan hemen sonra, üzerime rahat hareket edeyim diye pantolon ve yarım kollu bir penye bluz giyip, saçlarımı bir kelebek tokayla ensemde topladım. Uzun zaman yürümem gerekeceğini düşünerek dolgu topuk keten ayakkabılarımı ayağıma geçirip evden ayrıldım. Niyetim, alım gücü yüksek insanların oturduğu semtlere gitmekti. Ben de öyle yaptım. Çok katlı binaların bulunduğu semtlerden birinde otobüsten indiğimde, bir an kararsız kaldım. Her biri mahalle gibi olan bu yüksek binaların hangisinden başlayacağıma bir türlü karar verememiştim. Bir yandan, tekerlekli bavulu çekerek yürüyor bir yandan da içlerinden birini gözüme kestirmeye çalışıyordum. Yemyeşil çimenlerin yayıldığı, güller içindeki bir apartmanda karar kıldım. Çünkü buranın girişinde bir güvenlik kulübesi yoktu. İlk adım için iyi bir seçim olabilirdi. Şansımı burada denemeye karar verdim ve bahçeyi geçip kapıya geldim. Demir kapıyı elimle ittim kapalıydı. Kapıyı açtırmak için kapıcının ziline bastım. “Kim ooooo?” “Açar mısınız lütfen” Bir süre bekledim, kapının açılacağı falan yok. Tekrar elimi zile götürmüştüm ki, dudaklarının arasına yarısı yanmış sigarasını sıkıştırmış esmer, kavruk kalmış bir adam gelip kapıyı açtı. “Buyurun… Kimi aramıştınız? Adamın sesi ile görüntüsü arasında inanılmaz bir tezat vardı. Duysanız siz de bana hak verirdiniz. Bu kavruk adamdan o davudi ses nasıl çıkıyordu şaşırdım. Ağzında tütmeye devam eden sigaranın dumanı, gözünün hizasından yukarı yükseldiği için, dumandan rahatsız olup, bir gözünü kısarak konuşuyordu. “Şey.. Kardeşim… Kimseyi aramıyorum, pazarlamacıyım ben… Daireleri bir dolaşmak istiyordum müsaadenle” Dudaklarımda bir gülümseme ve olabildiğince şirin görünmeye çalışmama rağmen hiç bir işe yaramadı. Adam herhangi birine misafir gelmediğimi anlayınca,dudaklarına sıkıştırdığı sigarasını bir taraftan diğer tarafa ustalıkla naklederek, ve biraz da kabalaşarak, “Yok..Bacım yok,dedi… Giremezsin, yassah…” “Ne demek yasak?” diyecek oldum.” Adam hiç istifini bozmadan nasıl beceriyorsa, yine sigarayı dudağının bir ucundan diğerine pas ederek, “Binanın yönetimimin talimatı böyle hanım… Buraya satıcıların girmesi yassah!… Kusura bakma.” deyip, kapıyı çat diye suratıma kapattı ve arkasını dönüp gitmez mi? Orada sap gibi öylece bakakaldım. Moralimse yerlerdeydi. “Vay seni kavruk herif vay… Vay seni yer cücesi vay” diye söylenmeden duramadım. Fena bozulmuştum ve hırsımı yenemiyordum bir türlü. Bu iş sandığım kadar kolay olmayacaktı anlaşılan. BOHÇACI – 3.BÖLÜM Hava yine inanılmaz sıcaktı. O apartman mı, bu apartman mı diye dolanmaktan bitap düşmüştüm. Gözüm oturup dinlenecek bir yer arıyordu. Sahile inen yola sapıp, doğruca deniz kenarına indim ve ilk gördüğüm bankta oturdum. Belki biraz deniz havası almak iyi gelirdi. Ne zaman canım çok sıkılsa, bir değişiklik istesem kendimi sahile atar, uçsuz bucaksız denizin maviliğinde huzuru bulurdum. Yine böyle bir gelip, geçen gemileri seyre daldım bir süre. Gerçekten de çok iyi gelmişti. Rahatlamış, ayacıklarımı biraz olsun dinlendirmiştim. Fazlasıyla aylaklık etmiştim. Bu kez şansımı aynı semtin, bir başka sokağında denemeye karar verdim. Tekerlekli minik bavulumu çeke çeke yürürken uygun bir binayı gözüme kestirmeye çalışırken, nerdeyse bütün balkonları yukarıdan aşağı çiçeklerle bezeli bir binanın önüne gelince, durdum. “Hım!.. Çiçek sevgisi olan kişiler, insancıl olurlar. İşte yeni hedefim burası ”dedim. Ama akıllanmıştım bu kez gidip kapıcının zilini çalmayacaktım. Öyle de yaptım. Gidip, duvarda sıralanmış isimlerden, rastgele birinin ziline bastım. Tam kim o diye sorarlarsa, ne diyeyim diye hazırlanırken, kız bir kız apartmandan dışarı çıktı. Hemen arkasından kapı kapanmadan yakalayıp, içire daldım. “Vay be!” dedim içimden. Bu kez şansım yaver gitmişti. Doğruca asansöre yöneldim, ”Bismillah” deyip en üst katın düğmesine bastım. Merdivenleri tırmanmaktansa en üsten başlayıp, aşağı katlara doğru inmenin daha kolay olacağını düşünüyordum. Asansörden çıkınca karşımda uzunca bir koridor ve sağlı, sollu birkaç kapı ile karşılaştım. “Hay Allah!.. dedim, hangisinden başlasaydım acaba?“ Asansörün tam karşısındaki kapıyı karar kılıp, gidip ziline bastım. Bir cevap gelmedi. Bekledim, açan yok. Eh!.. abilir evde yoklardı belki. Bir diğer kapıya yöneldim, zile bastım. Yok!.. Yine “Tık” yok. Bu katta bir hayır yok anlaşılan deyip, alt kata yöneldim. Tam bir iki basamak inmiştim ki elektrikler sönüvermez mi? Bir anda zifiri karanlığa gömülüp kaldım. Yabancı bir binanın içendeydim ve elektrik düğmelerinin yerini bilmiyordum. Hiçbir şey görünmüyordu. Kör olsam bu kadar olurdu yani. Sırtımı duvara yasladım ve yavaş yavaş sürtünerek ve ayaklarımı tedirgin bir şekilde uzatarak, basamakları inmeye çabalıyordum ki, elektrikler tekrar geldi. Ya da aşağıdan birisi otomata basmıştı. “Oh!.. dünya varmış.!” Dedim. Hemen merdivenleri inip, karşıma gelen ilk kapının ziline basmıştım. İçerden bağıra çağıra kapıya yaklaşan bir kadın sesi duyunca, irkildim. “Bıktım ya senin her şeye zırlamandan… Etrafı durmadan dağıtmandan…diye haykırıyordu kadın.. Yeter be!… Yeteeeer!” Zamanlamam hiç de iyi olmamıştı anlaşılan. Vazgeçip arkamı dönmüş gidiyordum ki, kapı açıldı ve elinde bir oyuncak bebek saçı, başı dağılmış, bir kadın “Buyurun,dedi… Kimi aramıştınız?” Onun bu sinirli halini görünce, ne diyeceğimi de bilemedim doğrusu. Kekeleyerek, “Şey!.. Hanımefendi… Avrupa kumaşlarım vardı, belki görmek istersiniz? Çok kaliteli ve…” Sözler öyle ürkek, titrek dökülmüştü dudaklarımın arasından, devamını getirme şansım da olmadı zaten. Kadının yüzünde bir sen eksiktin bakışı ; “Aman ne kumaşı be kardeşim… Hiçbir şeye bakacak durumda değilim şimdi… Kusura bakma!..” deyip, kapıyı Çat!.. diye suratıma k kapattı. Bende iç imden “Cehennemin dibine kadar yolun var” diye söylenerek bir alt kata indim. “Off! Ya!.. “ Bu iş gerçekten de hiç kolay değilmiş meğer. Moralim iyice bozulmuştu. Çekip gideyim, olmayacak böyle diye düşünken, bir zil daha denemeye karar verdim. “Haydaaa.. “ yine cevap veren yok. Aman napayım yani!! Deyip geri dönmüş giderken, kapı açıldı ve ak saçlı iki büklüm bir teyze kapıda belirdi. “Siz mi çaldınız yavrum? Dedi, gülümseyerek. Uçları dantelli başörtüsü de nur gibi yüzüne ne çok yakışmıştı. Hemen yanına gittim ve yüzümde kocaman bir gülümseme; “Hayırlı günler teyzeciğim, dedim… Cevap alamayınca kimse yok sandım, gidiyordum.” İhtiyar gülümseyince, elmacık kemiklerinin altında gamzeler oluşmuştu. Boncuk mavisi gözleriyle pek bir tonton hali vardı. “Namazdaydım evladım, dedi.. Kapıyı duydum, duymasına da, selam vermeden açamadım” Gözlerini kısarak, yüzüme dikkatle bakıyor ve daha önce görüp görmediğini anlamaya çalışıyordu sanki. “Kusura bakma evladım,dedi. Çıkaramadım seni… Kimdiniz acaba?” “Yok!.. Tanışmıyoruz teyzeciğim, dedim. Ben kumaş satıyorum. Çok güzel ve değişik elbiselik, döşemelik kumaş numuneleri getirmiştim… Görmek ister miydiniz? “ Tonton teyze, yüzünü ekşiterek; “Ah be güzel evladım, bu yaştan sonra kumaş alıp da ne yapayım, dedi. Diktirmekle uğraşamam ki… Gerekirse konfeksiyon bir şeyler alıp giyiyoruz işte” deyip ekledi. “Böyle ihtiyaçlarımla hep gelinim ilgilenir sağ olsun. Yüzündeki ifadeden, bana acıdığını sezmiştim. “Allah sana hayırlı müşteriler versin inşallah“ deyip, kapıyı nazik bir şekilde kapattı. Bu kapının da kapanmasının ardından, omuzlarım iyice düşmüştü. Diğer katları dolaşmayı istemiyordum artık. Sanki bütün hevesim kaçmış ve tüm enerjimi bir anda teyzenin kapısında bırakmıştım. Asansörü açıp girişin düğmesine bastım. Bir an önce evime geri dönmek istiyordum. Böyle uzun yürüyüşlere hiç alışık değildim. Eve vardığımda, ayaklarımın kütük gibi şiştiğini fark ettim. Üstümü çıkartıp, banyoda birkaç tas soğuk suyla dökünüp, oturma odasının divanına attım kendimi. Bu işleri kafadan halletmek kolaymış, ama uygulaması hiç de öyle değilmiş meğer. Sırt üstü uzanıp, divanın üstündeki yastıkların hepsini üst üste dizip ayaklarımın altına aldım ve gözlerim tavana dikili öylece kaldım. BOHÇACI – 4.BÖLÜM Ertesi sabah, çok şiddetli bir gök gürültüsü ile yataktan fırladım. Sanki gök yüzü delinmiş gibiydi. Bir yağmur boşalıyordu ki sormayın gitsin. Hava sıcak diye pencereyi açık bırakmıştım. Baktım pervaza vuran damlalar olduğu gibi içeri giriyor. İstemeyerek camı kapatmak için yerimden katlım. Ancak pencerenin önüne varınca, bir toprak kokusudur doldu ciğerlerime. Öyle severdim ki bu kokuyu, bir tütsü kadar, buğu kadar güzeldi benim için. Islanmaya aldırmadan bir süre pencerenin önünde, öylece dikildim ve yüzü gök yüzüne doğru kaldırıp, gözlerimi kapattım. Günlerdir sıcak havadan öyle bunalmıştım ki, kurak bir çölde, suya susamış bir bedevi kadar mutlu olmuştum. Yağmur damlaları yüzüme çarptıkça, sanki ruhum yıkanıyor temizleniyordu. O gün hiç dışarı çıkmadım ve evle uğraşıp aylaklık ettim biraz. Ancak; günü nihayetlendirip yeniden yatağıma uzandığımda, “Eee!.. Ne yapacaksın Salhe?” diye sordum kendime. Kısa bir düşünce taramasından sonra, cevap geldi. Kadere razı olmayacaktım. Bir kapıdan mı kovuldum, yılmayıp, diğerine gidecek, girecek bir şekilde bu kumaşları satmayı başaracaktım. Ertesi gün kumaş numunelerini istiflediğim tekerlekli bavul elimde, kendimi erkenden sokağa atmıştım bile. İlk iş olarak, Rıza’nın dükkanına gittim. O güne kadar ona olan borçlarımı tümünü kapatacaktım. Öylede de yaptım. Rıza; sabahın köründe beni elimde bir bavul ile karşısında görünce; “Hayrola Salhe hanım?.. Sabah sabah nereye böyle?”diye sırıttı. Bana bakarken gözlerinin içi parlıyordu. “İşe gidiyorum Rıza.. İşe,”dedim. Şaşırdı ve inanmaz bir ifadeyle yüzüme bakarak; “Aa!.. Sen ne zaman işe başladın yahu? Dedi…Ne işiymiş bu? Ona “Sana ne be adam demek geçti içimden” ama tuttum dilimi. “E!...Kumaş satıyorum ya Rıza…dedim. Karından duymadın mı sen bunu? “ Haa.. Evet… Geçende senin evde böyle bir şeyler sattığından bahsetmişti, dedi… Lakin, tam olarak nedir anlamadım? ” Demek ki Hediye, kocasına kat kat kestirdiği kumaşlardan pek bahsetmemişti. Ödemelerini her zaman ki gibi yastık altından gizli, gizli yapacaktı anlaşılan. Rıza ; “Evde satıştan vaz mı geçtin?” derken, bir bana bir elimdeki bavula bakıyordu. “Yoo.. vazgeçmedim, dedim… Bütün kumaşları mahallesi alsın diye beklersem, ömrüm yetmez be Rıza…” dedim… Alaycı bir ifadeyle de, bavul u işaret gösterdim. “Bak… Bu da benim gezici dükkan…. Biraz gidip çevre binaları dolanacağım” Rıza; “Valla, yamansın Salhe hanım, dedi… Çok takdir ediyorum seni…” Bu kez sinsi bir sırıtma vardı yüzünde. Bu muhabbeti artık uzatmaya ve ağdalandırmaya hiç gerek yoktu. Bavulun kenarına sıkıştırdığım cüzdanı çekip çıkarttım. “Sağ ol Rıza… Bak bakalım şu kara kaplıya, benim borcum ne kadardı? Dedim…Ödeyip de işe koyulayım.” Rıza dudaklarında aynı sinsi sırıtış, devrik gözleriyle beni baştan aşağı süzerek; “Acelesi ne?... Kaçmıyoruz ya, dedi…Verirsin nasılsa olsa.” “Vay! Vay! Vaaaay!.. Nerden de çıktı bu centilmenlik şaşırmıştım. Çünkü bir çıkarı yoksa, bu deyyus, kimseye günahını bile vermezdi. “Veresiye defteriniz kabardı… Önce borçlarınızı temizleyin, sonra gelin alışverişe” diye milleti kaç kez bozduğuna, bizzat şahit olmuştum. O kuş beyninden kim bilir neler geçiriyordu? Ona daha fazla borçlu kalıp, bir gün istemediğim bir davranışıyla karşılaşmak istemiyordum. “Aman Yok!.. Elimde varken sen al paranı… Olmadığın da yine kaydoluruz kara kaplıya” deyip, bütün tüm borcu sildirdim. “Ohh!..” Kuş gibi hafiflemiştim. Keyifle mini bavulumu sürüyerek ana caddeye doğru yürüdüm. *** Akıllı geçinen ben, varlıklı insanların yaşadığı bölgelere gidip, iyi iş çıkaracağımı düşünürken çok yanılmıştım. Bir çok binanın kapısından içeri bile sokulmamış, girebildiklerimde de kapılar yüzüme kapanmıştı. Bu gün hedefim, rastgele seçeceğim orta halli insanların bulunduğu semtlerden biri olacaktı. Minibüsten rastgele bir semtte indikten sonra tekerlekli minik bavulu sürükleyerek, etrafta öyle dolanırken, karşıma çıkan dört katlı bir binadan içeri girdim ve ilk gördüğüm kapının ziline bastım. Kapıyı yirmili yaşlarda olduğunu düşündüğüm genç bir kız açtı. Ne için geldiğimi izah edince, ”Durun, ben annemi çağırayım en iyisi, “deyip içeri seslendi. “Anneee!.. Gelsene bir..” “Ne var… Kimmiş gelen kızım? “Ya!.. Sen Gelsene hele bir…” Az sonra, onun arkasından, saçlarını yemeniyle ensesinde bağlamış orta yaşlarda, hafif toplu bir kadın belirdi kapıda. Tanımadığı biri duruyordu karşısında. “Buyur kardeş, dedi… Kime bakmıştınız?” Kızı atılıp bir çırpıda ne için geldiğimi annesine izah etti ve sonra; “ Hem de hepsi Avrupa kumaşlarmış anne, dedi… Ne olur, bakalım mı?” İkisi de temiz yüzlü ve iyi niyetli insanlara benziyorlardı. Bana davranışlarından, onları kolayca kazanabileceğimi hissetmiştim. Gayet dostane ve bütün şirinliğimi öne çıkartarak konuşmamı samimi bulmuş ve kolayca ikna olmuşlardı. Evin annesi beni içeri buyur ederken Kızına, bana daha fazla yardımcı olmak için “ Hadi kızım git … Falanca teyzene, filanca hanıma da haber et onlarda gelsin” dedi. *** Oturma odasının masası üzerine, numune kumaşları bavulundan çıkartıp bir bir yayarken çok mutluydum. İçimden ” İyi ki önce bu kapının ziline basmışım, “diye, geçiriyordum. Ayrıca zenginlerin yaşadığı muhitlere gitmeyip, bu mütevazi ailelerin ikamet ettiği semte seçmekle ne kadar isabetli bir karar verdiğimde ortadaydı. Kadınların bazıları, hemen alabileceklerini düşünürken, çantamda sadece kumaşların numunesinin çıktığını görünce, biraz hayal kırıklığına uğradılarsa da “Kumaşları top halinde taşımamın mümkün olmadığını, mecburen önce numunelikleri gösterdiğimi ve beğendikleri kumaşları, en kısa zamanda kendilerine teslim edebileceğimi” söyleyince ikna oldular Genelde numunelerin hepsi talip bulmuştu. Fiyatları sorulduğunda bu iyi niyetli ev sahibesinin hatırına, gayet uygun bir bedelle vereceğimi söyledim. Bir an önce satıp, tükenmek için zaten uçuk fiyatlar hazırlamamıştım. Netice olarak, beklediğimin üzerinde bir sipariş alışmıştım. Aman Allah’ım!... Oradan kovula, buradan eli boş döne, sonunda şeytanın bacağını kırmıştım. Elimdeki deftere, herkesin adını, istedikleri kumaşın modelini ve kaç metre olacağını güzelce not ettim ve mümkünse herkesten, bir miktar peşinat verilmesini rica ettim. “A!..Olmaz ama… Niye ki” gibi arada itiraz edenler olunca, iyi niyetli ev sahibesi benim adıma konuştu; ”Eee tabi!..Kadın haklı canım… Diyelim ki, kumaşları kesti getirdi… Ya almazsanız ne yapacak bu kadın o kesilmiş parçaları?.. Dimi ya!..” İçimden “ Oh!.. Allah razı olsun… Ağzınız bal yesin “ diye geçirdim. Bu arada evin genç kızı elinde bir tepsi dolusu kahve odaya girdi ve sırayla herkese ikram etti. Ardından sanki kırk yıllık dost gibi oturmuş, sohbet dalmıştık ki, buraya komşuculuk oynamaya gelmediğimi düşününce ayaklanıp, gitmek için izin istedim. Ev sahibesi; “Eğer siparişleri ……. güne denk getirirsem, o gün evinde kabul günü olduğunu, belki başka siparişler de alma imkanı bulabileceğimi söyledi. Seytan tüyü vardı bende işte. Kendimi sevdirmiştim demek ki… Minnetimi ifade edecek kelime bulamıyordum doğrusu. Kapıdan ayrılırken, çok eski dostmuşuz gibi öpüşerek uğurladılar beni. Öyle mutluydum ki, içimden hoplamak, zıplamak geliyordu. Bu gün başka bir apartmanı demeğe gerek kalmamıştı. İçimde büyük bir sevinç, doğruca evin yolunu tuttum. BOHÇACI – 5.BÖLÜM Kumaş siparişleri için aldığım peşinatları yeterli bulduğumdan, teslimatları yapacağım tarihe kadar (biraz da ekabirlikten) başka bir semte satış için gitmemiştim. O gün geldiğinde saçlarımı özenle topladım. Siyah bir etek, üzerine bol rahat beyaz bir penye bluz giydim. Hafif bir makyaj ile yüzümü renklendirdim. Hanımların olacağı bir toplantıya, üstelik satış yapmaya giderken, kimsenin gözüne batacak bir durumda olmak istememiştim. Bir gece önceden verilen ölçülere göre kestiğim kumaşları bavuluma yerleştirip hazır etmiştim. Aslında tıkıştırdım desem daha doğru olacak. Zira bu minik bavul nerdeyse hepsini alamayacaktı. Hatta, fermuarını kapatmak için bavulun üzerine oturmak zorunda kalmıştım. Mahalleyi, elimde tekerlekli minik bavul sürüyerek geçerken beni görenler, artık yadırgamıyordu. İçlerinde mutlaka, bu halimi taktir eden de vardı, küçümseyenler de. Adım gibi biliyordum, ama kimin umurundaydı ki? Caddeye vardığımda, çok beklemeden gideceğim yerin minibüsü geldi ve bindimdim. Gün ortası, trafik bayağı yoğundu. Minibüs ağır ağır yol alırken, bu güne kadar yaptığım bir çok delilik gözlerimin önünden geçmeye başladı. “Nasıl bir insanım böyle” diye, düşündüm Bazen çok kanaatkâr olabiliyordum. Elimde beni birkaç gün geçindirecek kadar bir param olduğunda (aynen şimdi olduğu gibi) Allah’a şükredip, mutlu olabiliyor, bazen de gözümü bir hırs bürüyor ve aklın mantığın almadığı işlere soyunarak, bambaşka bir insan olup çıkıyordum. Çocukluğunu yaşayamamış sevgisiz, anasız-babasız büyümüş bir kız olarak “Elin çocuğu, ele ucuz “misali, çok itilip-kakılmış ve horlanmıştım. Elbet bütün bunların üzerimde bıraktığı izler vardı. Ama beni aşıp gittiğinde, beni benden ettiğinde çok korkuyordum. Böyle zamanlarda anneanneciğim geliyordu gözlerimin önüne. Eğer yüreğindeki sevgiyi, şefkati, bıkıp usanmadan, bana vermeseydi, arkamda durup, beni ele karşı, çeşitli belalardan kurtarmaya çalışmasaydı, kim bilir bana daha neler olurdu? Geçmişe öyle dalıp gitmiştim ki, nerdeyse ineceğim durağı kaçıracaktım. Şoför; “Falanca durağı, inecek var mı? “diye seslendiğinde ayılıp, son anda kendimi, telaşla araçtan aşağı attım. Artık pazarlamacılığa iyice alışmıştım, yüzümde bir gülücük, kabul günün yapıldığı apartmandan içeri girdim. Tam elimi zile uzatmıştım ki, kapı kendiliğinden açıldı. “Nerede kaldınız şekerim?”diye, kapıyı açan ev sahibesini neredeyse tanıyamayacaktım. Geldiğimi mutfak penceresinden gördüğünü söyleyen, bu hoş alımlı hatunun, ilk gün gördüğüm başı yemenili, basma entarili kadınla hiç alakası yoktu. Özenle yapılmış makyajı, üzerine giydiği tiril tiril elbisesi ve topuz yaptığı üzüm karası saçlarıyla, çok hoştu olmuştu doğrusu. Hayretle bakışıma karşılık; “ Niye şaşırdın öyle şekerim? Deyip, beni içeri buyur ederken; “ Eh! Biz de öyle her daim pespaye kılıkta değiliz herhalde, dedi… O gün ki, halim günlük ev halimdi.“ Bende ne düşündüğümü, samimiyetle dile getirmekten çekinmedim. “Vallahi çok hoş olmuşsunuz, dedim… Dışarıda görsem tanıyamazdım doğrusu.” . Boynuna, kulaklarına ve kollarının taktığı altın takıları görmenizi isterdim. İnsanın gözleri kamaşıyordu. Yeni görüntüsüyle, pek beğendiğim ev sahibesinin egosu okşanmıştı. Şen bir kahkaha atıp; “Bizim kabul günlerimiz çok özeldir, dedi… Adeta düğüne gider gibi hazırlanırız,” deyip, önüme düştü ve beni doğruca salona götürdü. İçersi aynı ev sahibesi gibi takıp - takıştırmış, şık kıyafetler içinde, bir sürü hatunla doluydu. Hemen hepsinin parmakları arasında bir sigara, keyifle tüttürürken, bir yandan da sehpaların üzerindeki ikramlıkların keyfini çıkartıyorlardı. Salona girer girmez, ev sahibesi “ işte hanımlar, bahsettiğimiz arkadaş da geldi” dedi. Beni içlerinde ilk kez görenler de vardı. Hepsi birden koro halinde “Hoşgeldiniiiiz” diye gözleri parlayarak beni selamladılar. Meğerse kumaşlar hakkında, kendi aralarında epeyce konuşmuşlar ve sabırsızlıkla gelmemi bekliyorlarmış. Aslında bende bilerek herkes toplansın diye gelirken acele etmemiştim. Hafifçe başımı eğerek, “Hepinize merhabalar hanımlar ben Salhe, sizler de hoş gelmişsiniz” diye nazikçe selam verip, ev sahibesinin gösterdiği köşeye geçip oturdum ve bavulumu, oturduğum koltuğun yanına bıraktım. Ummadığım bu coşkulu kalabalık, beni ziyadesiyle mutlu etmiş, yüreğim sevinçle kabarmıştı. İnsanları daha fazla bekletmemek istemiyordum. Bavulu kodluğun önüne doğru çekip ”Müsaadenizle önce siparişleri, sahiplerine teslim edeyim” dedim. Herkes dikkat kesilmiş beni izlerken, önce en üste koyduğum numuneleri gösteren katalogunu çıkartıp orta sehpanın üzerine bıraktım. Ben siparişleri sahiplerine teslim etmeye başladığımda numune katalogu da çoktan elden ele gezinmeye başlamıştı. Kumaşlara dokunuyor, okşuyor, elleriyle öyle böyle çekiştirerek, kalite testi yapıyorlardı. Kimi, diğer arkadaşının aldığı kumaşların aynısından istemiş, kimisi, tamamen farklı kumaşları tercih etmiş, kimileri de perdelik döşemelik kumaşlardan siparişler vermişti. Yiyip-içerek yapılan güzel sohbetler sonunda, çok karlı bir iş gününü daha nihayetlendirmiştim. Bu işi kıvırmış olmanın derin hazzı içindeydim eve doğru yola çıktığımda, mutluluktan içim, içime sığmıyordu. Ayaklarım yerden kesilmiş sanki yine, uçar gibi gidiyordum. Sonraki günlerde, taksite bağlayıp veya doğrudan sattığım kumaşlardan, aldığım paralar ile sıkıntıya düşmeden epey bir süre rahatça yaşamıştım. Hatta banka hesabımda birkaç kuruş bile biriktirebilmiştim. Ancak bunun da sonu gelmek üzereydi artık. Bankada biriktirdiğim parayla, hazırdan yiyerek, bu yaşantıyı daha ne kadar sürdürebilirdim bilirdim ki? Oturma odasındaki sedirin üzerinde, gözlerimi karşıdaki mezarlığa dikmiş otururken, kara bulutlar yine çökmüştü düşüncelerime. “Off!.. Salhe, dedim… Yakında dımdızlak ortada kalacaksın yine. *** AYAR SALHE
KAPTANIN KARISI - I BÖLÜM Aylardır sokak, sokak kumaş satacağım diye, dolanıp durmaktan kendimle ilgilenmeyi büsbütün u Unutmuştum. Ne üstüme, başıma bir kıyafet almış, ne de kendimi eğlendireceğim bir ortamda bulunmuştum. Bu arada koca bir kış gelip, geçmiş, yeniden bahar gelmişti. Bütün mevsimler çok güzeldir, ama, bana sorsanız ille de bahar derim. Hava ne sıcak olur, ne de soğuk olur. Doğanın yeniden uyanışı, ağaçların taze yapraklarıyla yeniden taçlanması ve etrafa yayılan rengarenk çiçeklerin kokulu her zaman yaşam sevincimi arttırır. Sanki bende kış uykusundan uyanır gibi olurum, yeniden tazelenirim.Vazgeçemediğim tutkularımdan biri de denizdir. Onun mavisi, uçsuz bucaksız derinliği, her zaman huzur verir, baktıkça dinlendirir, alır götürür beni bilmediğim bir yerlere. Bakınca da çok mutlu olurum, kendimi derin suların içine attığım anlarda da. Bütün bunları hatırlayınca, kendimi gerçekten ne kadar ihmal ettiğimi fark ettim. O zaman gün bu gündü. Bu günü kendime adayacak ve biraz da kendimi eğlendirmek için, gezip dolaşacaktım. Bir anda tüm bedenimi bir enerji kapladı sanki. İçim kıpır, kıpır oldu. Hemen yerimden kalkıp gardırobu açtım. Seçmekte zorlanacağım kadar kıyafetim yoktu zaten. Yıllanmış yarım kollu bürümcük elbisemi çıkartıp giydim. Göğüs altından büzgülü bileklerime kadar gelen bu elbise, bol kesim olduğu için hala üzerime oluyordu. Saçlarımı tepede gevşek bir topuz yapıp, sade bir makyajla yüzümü renklendirdikten sonra, aynada son kez kendime baktım. Bu halimle yeni olgunlaşmaya başlamış bir genç kız gibi olmuştum. Heybe çantamı omzuma astım. Dolgu topuk keten ayakkabılarımı da giyip neşeyle evden ayrıldım. * * * Kafamda yapılmış bir plan yoktu. İçimden ne gelirse onu yapacaktım. Caddeye varınca bir anda aklıma iskeleye inip dilenci vapuruna binmek ve güzel bir boğaz turu yapmak geldi. Eskiden, Eminönü’nden başlayıp boğazın iki yakasına uğrayarak, Anadolu Kavağına kadar giden vapur yolculuğuna verilen addı bu. Hala öyle mi anılır bilmiyorum, ama rahmetli anneannem çok severdi bur turları. Birlikde bir iki kez, dilenci vapuruna binmiş ve çok keyif almıştık. İlk gelen minibüse binip, Üsküdar iskelesine indim. Jetonumu alıp içeri girdim ve beş dakika sonra vapur geldi. Bilmeden harika bir zamanla yapmıştım. Yer kapmak için koşuşturan kalabalığın içine karışarak, bende kendimi vapura attım. Bir iki saat süren bir yolculuk olduğu için herkes kendine en uygun yeri bulup oturmak derdindeydi? Dışarıda oturmayı çok isterdim ama o yerler çoktan doldurulmuş olduğundan üst kata yöneldim. Banka benzeyen tahta koltuklardan birinin en ucunda bir yer bulup oturdum. Vapur daha iskeleden hareket etmeden, nerdeyse dolmuştu. Benimle aynı fikirde olan ne çok insan varmış meğer! Dilenci vapuru denizi yara, yara, beyaz köpüklerini saçarak yola koyulduğunda bir çocuk gibi mutluydum. Masmavi denize, uçuşan martılara bakıp bir kez daha şükrettim halime. Her şeye rağmen ”Yaşamak ne kadar güzeldi Allah’ım” O an, çeşitli nedenlerle canlarına kıyan insanları düşündüm. Hiç aklım almazdı bunu zaten… Nasıl olur da bir insan, hayattan ve hayatından vazgeçebilirdi? Ne olursa olsun buna değer miydi? *** Kah böyle derin düşüncelere, kah hayallere dalarak ve bir Avrupa yakası, bir Asya yakasına uğrayarak giderken bir baktım vapur Kanlıca’ya yanaşıyor. Kıyıdaki kafeteryalar güzel havadan istifade, edip gelmiş insanlarla doluydu. İğne atsan yere düşmeyecek. Gözlerim Kanlıca yoğurdu kaşıklayan insanlara takılınca, birden imreniverdim. Durur muyum? İlk hedefim belli olmuştu. Vapur iskeleye yanaşır, yanaşmaz hemen indim aşağıya ve doğruca kıyıdaki kafeteryalardan birine girdim. Zar, zor bir yer bulup oturdum. Bol pudra şekerli yoğurdum geldiğinde, sabırsızca kaşıklamaya başladım. “Hııımm..” Pek de lezzetli gelmişti doğrusu. En son ne zaman yemiştim, hatırlamıyordum bile… Bir süre sonra elimde bir kağıt helva deniz kenarında yürüyüş yapıyordum. Harika vakit geçiriyordum doğrusu. Tam istediğim gibi, plansız, anında karar vererek veya değiştirerek, geçiriyordum günümü. Bu yakada kıyı parklarla doluydu. Evler caddenin karşı tarafında bulunuyordu. Birbirlerinin üzerine dizilmiş gibi sıralanmış ve hepsinin cephesi boğazı görüyordu. Merak ettim, acaba arka sokakları nasıldı? Hemen caddenin karşısına geçip rastgele bir sokağa daldım. Paket taşlarıyla döşenmiş bu dar sokaklarda, ahşap köşkler, eski tarz cumbalı evler vardı. Hemen hepsinin pencereleri rengarenk çiçek saksılarıyla doluydu. Kırmızı sakız sardunyaları, ahşap evlerin pencerelerine ne de yakışmıştı. Yukarı doğru dikleşen yolda, etrafın büyüsüne kapılmış bir şekilde adımlarken, burnuma nefis kızartma kokuları gelmişti. Turuncu rengi boru sarmaşıklarla ve hanımelleri ile kaplı bahçe duvarını geçip, demir parmaklıklı kapıya varınca, kokunun nereden geldiğini bulmuştum. Bahçe duvarının az ötesinde bir arap bacı, eski model büyükçe bir mangalın önünde oturmuş köfte kızartıyordu. Bir yandan elindeki kartonla mangalı yelliyor, bir yandan da burnu çeke, çeke ağlıyordu. Başörtüsünü alnının üzerinde fiyonk şeklinde bağlamış, bu şişman ve kadın, anneannemin bana anlattığı hikayelerindeki arap bacıya ne kadar da çok benziyordu. Böyle bir kişi ile daha önce hiç karşılaşmadığım için, bana hep masal kahramanı gibi gelirdi.... Meğerse öyle değilmiş. İşte kanlı canlı karşımda duruyordu. Neden ağlıyordu acaba? Çok merak etmiştim doğrusu. KAPTANIN KARISI - 2. Bölüm Demir parmaklıklı kapının mandalını kaldırıp, içeri süzüldüm. Arab bacı kendi haline öyle dalmıştı ki, bunu fark etmedi bile. Bir yandan, elindeki kartonu hızlı, hızlı sallıyor, bir yandan da söyleniyordu. Usulca yanına yaklaştım. -“Merhaba efendim… Kolay gelsin” dedim. Arap bacı “Ayyy.. Sen de kimsin ayol?” diye yerinde öyle bir sıçradı ki, gayri ihtiyari ben de onunla birlikte sıçradım. -“Ayy..Kusura bakmayın.... Korkutmak istemezdim.” -“Ama ödümü patlattın….. Kimsin?..... Hem niye öyle sessiz, geliyorsun?” Zavallıcık gerçektende çok korkmuştu. Ama yüzündeki o şaşkın ifadeyle bile, öyle sevimli bakıyordu ki, gülmemek için kendimi zor tuttum. -“Özür dilerim… Kapının önünden geçerken, mis gibi kızartma kokuları geldi burnuma. Çok imrendim. ” Deyip, karnımı işaret ederek, benim için önemli değil ama, bunun için önemli” dedim. İyi bir mazeret olmuştu. Hemen kabul gördü. Arap bacı kendine özgü o tatlı şivesiyle “Haa.. Hamilesin demek! …. Gel o zaman bir parça köfte vereyim de, bir yerin şişmesin” dedi Dikkat ettim de ne kadar güzel bir bahçeydi burası, içindeki yıllanmış köşk de öyle.. Her taraf güller, ortancalar, zambaklar ile doluydu. Rüzgar estikçe bahçe duvarını kaplamış hanımelinin kokusu, insanın içine işliyordu. Arap bacının, çatala batırıp uzattığı köfteyi alırken, dayanamadım sordum. -“Bu kadar güzelliğin içinde seni mutsuz eden ne… Niye ağlıyorsun teyzeciğim? Hay dilim tutulsaydı da sormaz olsaydım. Arap bacı birden öyle öfkelendi ki, şaşırıp kaldım. -“Sana ne be kadın? Hadi sen köfteni ye ve çek git.. Birazdan hanım gelir… Seni görmesin… Bir de sana şarlar şimdi” “Hııımm…” Anlaşılan arap bacı hanımdan esaslı bir zılgıt yemişti. Meraklanmıştım birden… İçimden bir ses “ Hadi sor… sor” diyordu.” -“Affedersin teyzem… Seni kızdırmak değildi niyetim… Ağlayan insana hiç dayanamam… Gözlerini yaşlı görünce de çok üzüldüm… O yüzden sordum” Bu kez arap bacı gereksiz yere bağırdığı için üzülmüştü ve benden özür dileyerek, yine o tatlı şivesiyle ki böyle konuşmak çok yakışıyordu ona.. -“Sen kusuruma bakma kızım… İçim yanıyor benim içiiim”dedi. Kara gözlerinin içi kıpkırmızı olmuştu. Bu kadıncağız belli ki çok üzülmüştü bir şeylere… Bu hali gerçekten bana çok dokundu. Teselli amacıyla, elimi sırtına götürüp sıvazladım. -“Hiçbir şey için bu kadar çok üzülme… Bak ne kadar güzel bir köşk içinde yaşıyorsun… Cennet gibi bir bahçe burası, baktıkça içim açıldı benim” dedim. O burnunu çekerek, kızartma tepsisini yanındaki tabureden alıp kucağına koydu ve bana, -“Hadi gel ayakta durma… Otur şuraya beş dakika madem” Tabureyi bana uzattı. Yanına oturur oturmaz da derin bir iç çekerek anlatmaya başladı. “Ahh... Ah!... Bu köşkün güzelliğini benden iyi kim bilebilir? Sen biliyor musun kızım?...Ben buraya ev işlerine yardım iç getirildiğimde on beş yaşımda idim. Evin o zamanki sahipleri, bana hizmetli gibi değil, her zaman kendilerinden biriymişim gibi davrandılar… Bir gün incitmediler beni yaaa..” Göz yaşlarını tombul yanaklarından yeniden süzülmeye başlamıştı. Bense dikkat kesilmiş konuşmasını bölmeden ilgiyle dinliyordum. Arap bacı devam etti. -“ Sonra, küçük bey doğdu.. Bu kez de ona dadılık ettim. Anne babasını bir kazada kaybedince de, küçük beyin her şeyi ben oldum.” Birden ciddileşerek ve bir elini göğsüne vurarak, gururla “ Bana da çok düşkündür haaa… Asla üzülmeme dayanamaz” dedi. * * * Küçük bey uzak yol kaptanıymış.. Hiç çalışmasa bile ailesinden kalan ona bir ömür boyu yetermiş, ama o denizi çok sevdiği için bu mesleği seçmiş ve severek icra ediyormuş. Arap bacı öyle içten ve sevgiyle söz ediyordu ki, onu oğlu gibi sevdiği aşikardı. -“Çok özlerim onu..... Bir gider bazen haftalarca, aylarca gelmez.. Evde olduğu zamanlarda da, hayvanları ile ilgilenir.. Hangileri yavrulamış, hangileri büyümüş, sağlıkları yerinde mi? Pek bir meraklıdır” Allah, Allah… Ne havanı dedim kendi kendime.. Etrafıma şöyle bir bakındım. Hayvan beslenecek bir bahçe de değil burası. Ayrıca gözüme ilişen bir hayvan da olmamıştı. -“Ne tür hayvanlar bunlar teyzeciğim?” -“Ne tür hayvan olacak canım.. Tavuk, ördek, tavşan… “diye saydı. “Çocukken civciv’lere pek bir meraklıydı kerata… Üreye, üreye onlarca hayvanımız oldu. “ Hakikaten çok merak etmiştim şimdi. -“İyi de… Hani nerde bu hayvanlar… Ben bir şey göremedim?” -“Tabi göremezsin… Çünkü hepsi köşkün arka bahçesindeler...” -“Öyle mi?... Peki bey yokken kim bakıyor onlara? -“İlahi kadın… Ben bakacak değilim herhalde.. Onlarla ilgilenen adamımız var.. İki de kocaman kurt köpeği var arkada.. “ -“Köpekler mi? “ Heyecanlandığımı anlayınca, -“Yok.. yok.. korkma . Gelen geçene havlayıp korkutuyorlar. O yüzden gündüz bağlıyoruz. Geceleri salarız bahçeye” Arap bacı iştaha gelmişti. Heyecanla konuşmasını sürdürdü. -“Haa.. Onu diyordum.. İşte böyle bir seyahate gittiğinde, buldu bir kenar mahalle kızını…. Saftır, temiz yüreklidir benim küçük beyim… Kandı işte o yezidin cilvelerine…” Arap bacının derdi göründüğünden de derindi anlaşılan.. Bu konuşmanın gidişatı beni iyice meraklandırmıştı. Esas konuya gelsin istiyordum. -“Gelin hanımla anlaşamıyorsun galiba… Seni kırıyor herhalde” dedim. Kara gözlerini kocaman, kocaman açarak yüzüme şöyle bir baktı. -“Sen ne diyorsun... Kırsa iyi… Beni bunca sene yaşadığım evden atmakla tehdit ediyor.. Bu köşkün dışındaki hayatı bilmem, tanımam bile..... Nereye giderim, ne yaparım ki? Ahh.. Ah” -“Aman teyzeciğim, üzüldüğün bu mu?... Mademki nerdeyse çocukluğundan beri buradasın, beyin de sana çok düşkün.. niye endişeleniyorsun. O seni bir yerlere bırakmaz, merak etme” deyip, ilave ettim. “Hem niye tehdit ediyor ki bu kadın seni?... Sebep ne?” Arap bacının kara gözleri yine sinirden kocaman açıldı, yüksek sesle, –“ Özel şoför isterim diye tutturdu. Çünkü kendi kabiliyetsiz araba süremez… Ama asıl derdi başkaymış yezidin meğer… Küçük beyimin yokluğunda kırıştıracak adam arıyormuş kendine” - "Nasıl yani ?" Gözlerinden akan yaşları elinin tersiyle silip, başını iki yana sallayarak, -“Nasıl olacak?..... Bu sabah onları öpüşürken yakaladım işte....Beni görünce çok sinirlendi sarı çiyan... Utanacağına da, o koca çeneni kapatacaksın, hele bir konuş, ertesi gün kendini sokakta bulursun diye tehdit etti..... Ben ne yaparım Ahhh. Ah! ....” Kendini konuşmaya kaptırıp gereğinden fazla bilgi vermişti. Son söylediklerinden çok pişman olmuştu. Elini ağzına bastırıp adeta inler gibi, -“Aman… Ne dedim ben?... Bak bana neler söylettin kız.. Unut, unut gitsin tüm söylediklerimi” dedi. Çok pişman olduğu kolayca yüzünden belli oluyordu. Kara derisine rağmen yüzünü ateş bastığı anlaşılıyordu. Kadının yarası hakikaten derinmiş meğer. Şu an karşımda tir, tir titriyordu.. Artık sinirden mi, ağzından kaçırdığı laflardan mı bilmiyorum. Bu haline çok üzüldüm. -“Aman be teyzeciğim… Bana ne senin hanımından ve ne yaptığından.... Ne tanırııııım, ne bilirim… Unuttum gitti bile.” dedim. Elimi omzuna koyup, hafifçe sıkarak, -“Üstelik sen niye korkuyorsun ki? O senden korksun… Suçlu olan o değil mi?” Tam bu soruyu sormuştum ki, bahçe kapısında siyah kocaman bir araba durdu. Arap bacı heyecanla mangaldaki köfteleri elindeki tepsiye doldururken, -"Ah!... Geldi cadı" dedi. Şimdi dedikodu yaptığımı düşünecek, görüyor musun bak." Evet... Aslında esaslı bir dedikodu da olmuştu aramızda. KAPTANIN KARISI – 3. BÖLÜM Üniformalı şoförün açtığı bahçe kapısından içeri giren bu zarif kadın, hiç de arap bacının söylediği gibi kenar mahalle kızı tarifine uymuyordu. Uzun boyu, omuzlarından aşağı dökülen uçları lüle, lüle sarı saçlarıyla her erkeğin kolayca aklını başından alabilirdi doğrusu. Ceketinin kol ağızları, yakasının ve eteğinin kenarları siyah bantla çevrili, sarı döpiyesi, siyah geniş kenarlı şapkası ve siyah şık gözlüğü ile çok hoş ve zarif bir görüntüsü vardı. Bir elinde meşhur bir mağazan torbaları, diğer elinde şık siyah bir çanta manken edasıyla yürürken, bizi görünce durdu. Kim olduğumu anlama çalışıyor olmalıydı. Tatmin olmamış olmalıydı ki, gözlüklerini çıkartıp bir de öyle baktı. Şoför de uzun boyu, atletik yapısı ile genç ve hoş genç bir adamdı. Jilet gibi takım elbiseleri ona çok yakışmıştı. Belli ki özenle seçilmişti. Arabadan topladığı alışveriş paketleri ellerinde, hanımımın bir adım gerisinde duruyordu. Kadın yine tıpkı podyumda yürür gibi süzülerek yanımıza geldi ve sanki ben hiç orada yokmuşum gibi davranarak, arap bacıya sordu. -“Ne o Nagihan kalfa?... Sen niye bu işi yine bahçede yapıyorsun? Koca mutfağa ne oldu? Arap bacı titrek bir sesle, -“Söyledim ya size, baca iyice tıkandı artık çekmiyor, temizlenmesi gerek diye… İçerde yapsam tüm evi kokuttun diyeceksiniz… Onun için bende havada güzelken bahçede yapayım dedim… Kötü mü ettim ?” Kadın bu kez, başıyla beni işaret ederek “Peyi bu bayan kim?”diye sordu. Adını şimdi öğrenmiş olduğum Nagihan Kalfa, tam ağzını açmıştı ki, ben söze girdim. -“İyi günler hanımefendi ben eğitmenim… Af buyurun, hayvan eğitmeniyim” Kadın şaşırmıştı. Böyle bir senaryo Arap bacı ile sohbetimiz esnasında aniden aklıma gelmişti ve vakit geçirmeden hayata geçirmek istedim... -“Hayvan eğitmeni mi?... Eeee… ne alaka yani?” Olabildiğince kibar ve saygılı davranmaya gayret ederek, -“Şöyle izah edeyim efendim.. Ben her türlü kanatlı hayvana, özel bir yöntemle, gırtlaklarını kullanmayı ve bir şekilde konuşmayı öğretiyorum.” Kadın, dudaklarında sahte bir gülümseme ile yüzüme bakarak, -“Ne? Güldürmeyin Allah aşkına…Siz benle dalga mı geçiyorsunuz ” dedi. Ama şaka mı ediyorum, ciddi mi söylüyorum pek anlayamamıştı. -“Ne münasebet hanımefendi… Ben gayet ciddiyim” dedim ama içimden “Tabi dalga geçiyorum, ne sandın” demeden de duramadım. -“Çok hoşsunuz vallahi… Benim bildiğim bir papağan konuşur.. O da belirli cinste olanları… Sen şimdi her hayvanı konuştururum diyorsun öyle mi?” Yine aynı ciddiyetle, cevapladım bu soruyu da. -“Evet… Öyle diyorum” Kadın şoföre dönüp elindeki torbaları uzattı. Nedense onun orada daha fazla dikilmesini istememişti. -“Sen al şunları da, hepsini götür içeri lütfen” dedi. Genç adam hanımının talimatını ikiletmeden, saygıyla eğilip paketleri aldı ve köşke doğru yürüdü. Ben de konuşmama devam ettim. -“Elbette… Mesela papağan dışında, eğitilerek konuşan saka kuşları vaaar, muhabbet kuşları vaaar… Bunları hiç duymadınız mı siz?” -“Bilmem… Galiba ..? İlgisini çekmeyi başarmıştım. Bu arada arap bacı , hiç lafa girmeden bir hanımına bir bana bakıyor ve söylediklerimin nereye varacağını merakla bekliyor gibiydi. -“Tabi.. tabi… Benim bu konuda özel bir yeteneğim var.. Biraz da Allah vergisi diyelim…. Kanatlı cinsten her tür hayvanı konuşturabilirim. Hepsi kuş cinsindendir ve gırtlak yapıları aynıdır zaten” Kadın inansın mı, inanmasın mı bilemiyor, öylece yüzüme bakıyordu. Ancak dişleriyle dudaklarının kenarını ısırmasından, kafasında bir acaba dolaştığını seziyordum. Yanılmamıştım da. Birden o kibirle soru soran halini bir kenara bırakarak, dudaklarında sinsi bir gülümsemeyle. -“Madem böyle bir iddian var, bunu kanıtlamanı isteyebilirim senden” dedi. -“Elbette… Ne yapmamı istiyorsunuz?” -“Dur, merak etme, şimdi söyleyeceğim… Benim eşimin arka bahçede bir sürü hayvanı var… Eğer onları konuşturabilirsen, kendisine büyük bir sürpriz olur diye düşünüyorum” Nagihan Kalfa ile göz göze geldik. Biraz önce bütün bunları ondan öğrenmiştim, sanki ilk defa duyuyormuş gibi sordum. -“Ne tür hayvanlar mesela? “ -“Tavuklar mesela?.. Onları konuşturabilir misin?” -“Tabi ki… Onlar kuşlar kadar kolay öğrenemezler ama, konuşabilirler” -“Peki ördekleri? “ -“Elbette….Onları da konuşturabilirim.. Dedim ya kanatlı hayvanların hepsi, belli bir eğitimle konuşabilirler. Kimi bir aydaaa, kimisi birkaç ayda…. Ama mutlaka konuşurlar efendim.” Bu kadar merakla sorduğuna göre, artık olabilirliğine inanıyordu. Onu daha kolay ikna edebilmek amacıyla, -“Bakın, denemek için bana hepsinden birkaç adet verin sadece. Önce ben onları eğitip getireyim.. Hemen para da istemem sizden. Memnun kalırsanız, daha sonra gelir diğerlerine de eğitirim” Bu teklif hoşuna gitmişti… Belki de arap bacının şahit olduğu yasak ilişkisinin, ortaya çıkmasından huzursuzdu. Kocasına beklemediği bir sürpriz yaparak bel ki de onu kendine daha da bağlamayı düşünüyordu. Kim bilir? Kollarını birbiri üstüne kenetleyerek ve dudağının kenarını yine dişleyerek, -“Peki tamam o zaman… Sanırım denemekten bir zarar gelmez.. Ancak nasıl götüreceksin hayvanları?... Bir aracın var mı?”diye sordu. -“Canım orası kolay… Hem hepsini alıp gidecek halim yok ya.. Dediğim gibi her cinsten bir iki tane verin yeter. Sonuçtan memnun kaldığınız takdirde diğerleriyle de ilgilenirim. ” -“Eh.. Tamam o zaman. “ -“Öyleyse ben gidip bir kamyonet bulayım… Siz de hangilerini vermek istiyorsanız, söyleyin adamlarınıza, hayvanları ayaklarından bağlasınlar. Taşıması öyle daha kolay olur” dedim. Bu kadar çabuk kanacağını hiç beklemiyordum doğrusu. Bu zarif güzel kadın, gerçek bir sarışın mıydı orasını bilmem, ama onlar hakkında söylenen sözün, hiç de yalan olmadığının ispatı gibiydi. O adamlarına gerekli talimatları vermek için yanımdan ayrılınca, ben de Nagihan kalfanın omzuna bir şaplak atıp, bir gözümü de kırparak, “Merak etmemesini, her şeyin düzeleceğini” söyleyip kamyonet bulmak üzere köşkten ayrıldım. KAPTANIN KARISI – 3.BÖLÜM Kamyoneti bulup, köşke geri döndüğümde, evin hanımının beni içerde beklediğini söylediler. Köşke yarım daire şeklinde, iki taraflı mermer merdivenler ile çıkılıyordu. Kapıyı Nagihan kalfa açtı. Hamımın terasta beklediğini söyleyip, eliyle gideceğim yönü gösterdi. Terasa holden açılan neredeyse üç metre boyunda iki kanatlı, büyük bir kapıdan geçiliyordu. Kapının iyi yanını, tavandan yerlere kadar uzanan ve duvardaki pirinç askılar ile tutturulmuş bordo renkli kadife perdeler süslüyordu. Holün tam ortasında, üzeri mermer, ayakları yine pirinç bir masa ve üzerinde taze çiçeklerden derlermiş bir çiçek sepeti duruyordu. İçeri girer girmez burnuma çalınan güzel kokunun nedeni. bu çiçek sepeti olmalıydı. Sol tarafta üst kata çıkılan, üzeri bordo renkli halıyla kaplanmış bir merdiven uzanıyordu ve hemen altında, kasası altın yaldızlı klasik bir oturma gurubu duruyordu. Terasa gidecektim, gitmesine de, buranın şıklığı öyle gözümü almıştı ki, çakılıp kalmıştım. Hele sağ taraftaki duvarda asılı duran ve neredeyse tavana kadar uzanan sedef kakmalı ayna ve onu tamamlayan, yarım daire şeklindeki ayaklı sehpası muhteşemdi. Öyle anlaşılıyor ki, bütün bunlar küçük beyin ailesinden kalma eşyalardı ve hepsi artık belli ki antika sınıfındaydı. Nagihan Kalfanın sesiyle kendime geldim. -“Hadisene, kuzum… Hanım terasta bekliyor dedim ya, daha ne dikiliyorsun orada?” -“Ayyy.. Nagihan bacı, köşkün içi de bayağı ihtişamlıymış… Böyle bir yerde yaşamak ne güzel olmalı” demekten kendimi alamadım. Nagihan kalfa derinden iç geçirişime bakıp, -“Ahh kızım…Ah!.. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.. ” dedi. Eh .. Haklıydı bir yerde… Elin tavuğu, bir başkasına kaz görünüyordu işte… * * * Terasa girdiğimde, alımlı ev sahibesini, dökümden yapılmış balkon takımlarına oturmuş, kahvesini yudumlarken buldum. Bana eliyle karşısındaki kodluğu işaret ederek, -“Şöyle buyurun” dedi. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra da “Ne içersiniz? … Kahve, çay… Yada soğuk bir şey?”diye sordu. Aracı bulmak için, oraya buraya koşuşturduğumu ve boğazımın kuruduğunu söyleyerek, “Soğuk bir şey olsa makbule geçer” diye cevapladım. Yanındaki sehpanın üzerinde duran pirinç çıngırağı eline alıp, pek havalı bir biçimde salladı. Saniye geçmeden Nagihan kalfa kapıda belirdi. -"Buyurun efendim" İki elini tombiş göbeğinin üzerinde kenetleyip durdu. Ev sahibesi bana dönüp, -“Bu arada getirdiğiniz araç nerde duruyor?”dedi. -“Ee.. ön kapıda tabi ki “ dedim. Ev sahibi Nagihan kalfaya dönüp, -“Git yan kapıyı açtır. Arabayı oradan içeri alsınlar… Sonra da hanıma soğuk bir şeyler getir” dedi. Sevimli ihtiyar tekrar "Emredersiniz hanımefendi" dedi, ama sesinde sanki gizli bir alay vardı. Onun ardından ev sahibi sordu. “Pardon bu arada, adınız neydi?... Nasıl hitap edeyim size?” -“Salhe efendim… Kendi mahallemde “Ayar Salhe diye de anılırım” -“Ayar Salhe mi?... İlginç.. Manası nedir?.. Merak ettim...” Gülümsedim. -“Haklısınız, bunu hep sorarlar zaten.. Küçükken bir anı, bir anına uymayan bir kız olduğum için takmışlar bu lakabı.. Ayarsız demek oluyor yani…..” Tekrar güldüm, -“Şimdi de çok değişmiş sayılmam” dedim ve aynı soruyu ben de kendisine yönelttim. -"Peki ben size nasıl hitap edeyim… Sizin adınız nedir? Kahvesinden bir yudum daha aldı. Başını havaya kaldırıp yutkundu. Sanki dünyanın en güzel kahvesini içiyordu mübarek. -“Nilüfer…” dedi. Bence bu isim çok yakışmıştı ona. Tıpkı aslını hatırlattı bana. Görüntüsü zarif, hoş ama bulunduğu yerden çekip alındığında, altı fena halde saçaklı ve berbat… -“Öyle mi? Çok hoş bir isim…” Sehpanın üzerinde duran sigara paketine uzandı, içinden bir tane aldıktan sonra paketi bana da uzattı. İnce uzun bir sigaraydı ve böylesini hiç görmemiştim . “Sosyete sigarası olsa gerek “diye düşündüm. -“Hayır… Ben almayım… Sigara içmem” -“Ben içersem mahsuru var mı?” -“Ne demek Nilüfer hanım… Siz buyurun lütfen…” Kırmızı ojeli, uzun tırnaklı parmaklarının arasına yerleştirdiği sigarayı, yaktı ve derin bir nefes alıp, arkasına yaslandı. O upuzun tırnaklar bayağı dikkatimi çekmişti doğrusu. Hepsi aynı boydaydı ve tıpkı kedi pençeleri gibi duruyordu. “Hiç kırmadan nasıl muhafaza ediyordu böyle?” Eee.. Aslında cevap basitti..... Bütün gün kendinle uğraşıp, Süs bebeği gibi oturuyordu mutlaka. Niye kırılsın ki? Bunlar aklımdan geçerken Nilüfer hanım, -“Bakalım dediğin gibi onları konuşturmayı başarabilecek misin? Dedi. O alaycı bakış yüzüne geri gelmişti. Bense kendimden emin tavrımı sürdürerek. -“Hiç şüpheniz olmasın hanımefendi… Sizi çok şaşırtacağımdan emin olun. Söz verdiğim gibi de ilk eğitim için bir ücret almayacağım, ancak..” Nilüfer hanım, kırmızı ojeli parmakları arasına sıkıştırdığı sigarasından bir duman daha çekip, zarafetle dışarı üfledi. Kolunu koltuğun kenarına dayadı. Sigarasını iki parmağının arasına sıkıştırmış, boşta kalan baş parmağı ile yüzük parmağını dürtüp duruyordu. -“Ancak ne? dedi. Bu halinden biraz tedirgin olmuştum. Onu sinirlendirip, bir çuval inciri berbat etmek istemiyordum. -“Şöyle ki ; … Bir süre bu hayvanlar bende kalacaklar… Kendim için değil. ama onların beslenmeleri için, bir miktar ödeme yaparsanız iyi olur… Hayvanların iyi beslenmesi, iyi bir sonuç almamız için de önemli” dedim. -"Yedi mi acaba “ diye merakla ne diyeceğini beklerken, Nagihan kalfa elinde bir bardak soğuk limonata ile geri geldi. Bana uzatıp, gururla, “Bu hazır satılanlardan değildir.. Elimle yaptım… Buyur, afiyet olsun” dedi. "Ah! Canıııım" Hamileyim sanıyordu ya. Gidip eliyle yapmıştı limonatayı. Onunla aramızda sanki gizli bir dostluk bağı oluşmuştu. Bu arada Nilüfer hanım yerinden kalkıp, -“Bana beş dakika müsaade edin “ deyip terastan çıktı. O gider gitmez elinde tepsi kapıda dikilen Nagihan Kalfa eğilip yavaşca sordu. -“Kız sen ne çeviriyorsun bakayım?” Kara boncuk gibi gözleri merak içinde bakıyordu. Elimi dudaklarıma götürüp, sus işareti yaptıktan sonra, -“Bekle gör tonton…Sonuçtan sen de memnun kalacaksın” dedim. KAPTANIN KARISI – 5. BÖLÜM Mahallede benim artık ticaretle uğraşmama iyice alışılmış olduğundan, bu kez de bir kamyonet dolusu, kümes hayvanıyla eve gelişime şaşırmadılar. Evet.. Neredeyse kamyonetin kasası ayaklarından bağlanmış, yığınla ördek, kaz, ve tavukla doluydu. Tevekkeli değil Nilüfer hanım çek miktarını yüksek tutmuştu! Bu hayvanları ancak besleyeceğimi düşünmüştü demek ki “ Evin kapılarını açtım ve yine şoförün yardımı ile, ganimetleri arka bahçeye taşıdık. Zavallı hayvancıklar, ayaklarından bağlanmış vaziyette, kamyonetin kasasına bırakıldıklarından, yolda aracın her hareketiyle köşesinden, diğerine savrulmaktan sersemlemiş haldeydiler. Ayaklarını açıp serbest bıraktığım halde, oldukları yerde öylece kala kalmıştı hepsi. Ayaklanmaya mecalleri kalmamıştı zavallıcıkların. Şoförün parasını verip yollar, yollamaz, ilk iş, hemen önlerine önce iki leğen su koydum. Hazır kamyonetle geliyorken, eve varmadan önce hayvanlar için gerekli miktarda yem satın almıştım. Arkasından da onları yere boca ettim. Nasılsa biraz sonra kendilerine gelir ve yemeye başlarlardı. Ertesi gün, öğleye doğru, işi sıkı tuttuğuma dair, onları biraz daha inandırma maksadıyla, telefon ettim. Eve rahat geldiğimizi her şeyin yolunda gittiğini ve hayvanların bahçemdeki yerlerini biraz yadırgasalar da durumlarının iyi olduğunu söyledim “ Nilüfer hanım, aradığıma çok memnun olmuştu.. Onlar da ben gittikten sonra, telefon bırakmadığımı fark edip üzülmüşler. Ama bu üzüntü neden numaramı almadıklarından değil, evdeki muhabbet kuşlarını vermeyi niye unuttuklarındanmış. Nilüfer hanım, mümkünse onları da gidip almamı istedi. Bu kadar kısa sürede oraya tekrar gidecek olmak hoşuma gitmese de hiç itiraz etmedim ve “Elbette…derhal gelir alırım… Siz hiç merak etmeyin” dedim ve bir saat sonrada yola koyuldum. Köşke vardığımda Nagihan kalfa beni karşıladı. Kendine özgü o tatlı şivesiyle… -“ Hanımın evde yok… Dışarı çıktı.. Gel benle mutfağa geçelim“ dedi. Mutfak bir alt katta bulunuyordu. Nagihan kalfa ağır vücuduyla her atım attığında basamak ayakları altında inliyordu adeta.. Gayri ihtiyari izahat vermek istedi. -“Ne olacak yılların köşkü… Eskiden bu kadar gıcırdamazdı bu basamaklar” Muhabbet kuşları koyu kahve rengi ahşaptan yapılmış, kubbeli çok şık bir kafesin içinde mutfak tezgahının üzerinde duruyorlardı. Nagihan kalfa yüzünde muzipçe bir gülümseme ile,“İşte bak buradalar seninkiler….. Bakalım bunlara ne söyleteceksin?”dedi.. Bense bu söze aldırmayıp, doğruca kuşların yanına gittim. ilk kez gördüğüm bu kafese hayranlıkla dokunup, -“Bu nasıl bir şey ya böyle ? Hayatımda ilk kez bu kadar güzel bir kafes görüyorum” dedim. Nagihan kalfa, gözleri parıldayarak, onu kaptanın Hindistan’a yaptığı bir seferden getirdiğini, eve gelmeden öncede, Eminönü’ndeki kuşçulardan içine bu muhabbet kuşlarını alıp, kendisine hediye ettiğini söyledi gururla. Hayatta tek bağı olan bu adamı ne kadar sevdiği, oğlu gibi benimsediği aşikardı. Ne zaman onun ile ilgili bir konu açılsa, yüzünde ya bir hüzün ya da gözlerinde hep şu an gördüğüm parlamayı görmüştüm. Kısa bir laflamanın ardından Nagihan kalfa bana bir şeyler ikram isteyip “Aç olup, olmadığımı sordu.” Üstelik bir gün önce benim ona yaptığım espriyi kullanarak, beni çok da güldürdü. Bir eliyle karnımı işaret ederek, -“Senin için sormuyorum kız… Bunun için” dedi. Her hali bana çok sevimli geliyordu ve nedense ona çok içim kaynamıştı. Sadece varsa o güzel limonatadan bir bardak istedim. Yoksa da bir bardak suda olabilir deyip, bir an önce yola çıkmak istediğimi belirttim. -“Hemen yapayım, “dediyse de mani oldum. Aslında kalıp, onun ağzından ev sahibi ile biraz daha bilgi almak istedim.. Ama Nilüfer hanım gelmeden gitmenin iyi olacağını düşünerek. -“Sağ olasın.. Hiç zahmet etme.. Hem biliyorsun. Büyük bir sorumluluk aldım…. Bir an önce gidip işime başlamam gerek” dedim. O da bana mani olmak istemedi ve bu kez birbirimizi kucaklayıp öptükten sonra bir elimde tahta kafes ile köşkten ayrıldım. *** Aradan bir ay kadar bir zaman geçtiğinde, bahçede tek bir hayvan bile kalmamıştı. Kah kesip yiyerek, kah çevre halkına, esnafa pazarlayarak hepsini tüketmiştim. İyi de olmuştu doğrusu. Minik bahçem, bütün gün sürekli yiyip, içip, dışkılamaktan başka bir şey yapmadan dolan bu hayvanlar yüzünden, leş gibi kokmuş, girilmez hale gelmişti nerdeyse. Ama bütün bunlar olurken arada bir köşkü telefon ile arayıp, “Bunlar bayağı iyi beslenmişler, kafaları iyi çalışıyor. Nerdeyse sökecekler konuşmayı” gibi hayvanlar hakkında uydurma bilgiler vermeyi ve ilgiyi sıcak tutmayı da ihmal etmemiştim. Artık yeniden köşkü ziyaret etme zamanı gelmişti. Paralar suyunu çekmek üzereydi ve yeniden takviye edilmeye ihtiyacım vardı. Kafamda düzmece hikayem ile yeniden köşke vardığımda her zamanki gibi Nagihan kalfa tarafından karşılandım. Baktım, özlemişim onu… Kara derili tombul gövdesi, iri memeleri ve boncuk, boncuk bakan gözleriyle, o artık hayal kahramanı değil, mazlumun elinden kurtarmaya çalıştığım bir dostum gibiydi benim. Kendimi tutamayıp, bu kez yanaklarından bir makas aldım. -“Dur kız… Yapmaaa” dedi , arkaya hafif gerileyerek. Ama kızmamıştı. -“Nasılsın boncuk gözlüüüü? Aramızda sıcak bir iletişim olmuştu onunla. Bunu hissediyordum. Samimi davranışım, aslında hoşuna gitmiş, o hüzünle bakan, boncuk gözleri parlamıştı. -“Hoş geldin... Gitti bu, gelmez artık diyordum….” Öyle tatlı bir şivesi vardı ki, bayılıyordum konuşmasına ve hiç sıkılmadan, saatlerce dinleyebilirdim. -“Aaaa. Bak şimdi.… Niye gelmeyecekmişim..? Hanımın nerede? Nagihan kalfa yüzünü ekşiterek, eliyle işaret etti. -“Nerede olacak… Terasta…” -“Tamam yönü biliyorum, bu kez ben giderim, sen yorulma!”deyip, tam bir adım atmışken, -“Dur kız… Nereye gidiyorsun…“diye mani oldu. Hanımın misafirleri varmış.. Haber vermeden olmaz."dedi. -“Arayıp geleceğimi söylemiştim ya… Niye kızsın?” diye arkasından seslendimse duymamış gibi yürüdü gitti. Az sonra geri geldiğinde, ben yine büyük bir hayranlıkla oradaki antika eşyaları seyre dalmıştım. -“Hadi buyur…Şimdi gidebilirsin terasa, seni bekliyor” dedi. Gitmeden önce de kolumdan tutup, İçerdeki hatunların, Nilüfer hanımın yakın arkadaşları olduklarını, böyle arada bir toplanıp, kumar oynadıklarını belirtti. -“Haber vermezsem kızabilirdi… O yüzden beklettim seni” diye de kısa bir izahat verdi. “Tontonum yaa.." Gönül koymamı istememişti sanırım. *** Ev sahibesi dışında, üzeri yeşil çuha örtülmüş masanın etrafında üç bayan daha oturuyordu. Hiç birinin Nilüfer hanımdan aşağı kalır halleri yoktu. Kokanalar, pek bir havalıydılar. İçeri girdiğimi fark ettikleri halde, şöyle bir göz ucuyla bakıp beni görmemiş gibi aldırmayıp, oyunlarına devam ettiler. Ben de inadına buradayım demek için biraz da normalden yüksek bir ses tonuyla, -“Merhaba hanımlar… Şeytanınız bol olsun” dedim. Nilüfer hanım döküm sandalyelerden birini işaret edip “ Hoş geldin Salhe hanım… çek bir sandalye otur… Şu eli bitirince konuşalım..” deyip bir gözünü kırparak ekledi ”Umarım iyi haberlerle gelmişsindir?” dedi Canıma minnetti benim. Denileni hemen yaparak, bir döküm sandalyede ben çekip oturdum. Hem, hiç bir gaileleri olmadan, burada kumar oynayan bu hatunları seyreder, hem de söyleyeceklerimi aklımda bir kez daha toparlardım. Kadınlardan balık etinden biraz daha dolgunca, esmer ve yanakları çille kaplı olanı, Nilüfer hanımın” Umarım iyi haberlerle gelmişsindir? lafı üzerine, -“Aaa. Nilüfer… Yoksa bu hanım bahsettiğin o kuş eğitmeni mi? dedi. Bu kez hepsi birden dönüp bana baktı. İşte şimdi hatunların dikkatini çekmiştim. “Hadi bir an önce şu eli bitirelim” diye heyecanlandıklarına görünce, daha önceden ev sahibesinden gerekli bilgiyi edindiklerini ve ne söyleyeceğimin merakı içinde oldukları hissettim. Masaya baktım, her birinin önünde kağıt para yığılı. Zevk için, vakit geçirmek için değil, basbayağı kumar oynuyorlardı bu hatunlar. Ben yarın ne yiğip, içeceğimin derdi ile uğraşırken, onların bu haline biraz hasetlenmedim desem yalan olur. Sonra da yine, dedim ki kendi kendime. Kendi paraları olsa, acaba böyle rahat kumarda savurabilirler miydi? Hiç sanmıyorum... Hepsinin kocasının durumu mutlaka iyi olmalıydı ki, hatunlar takmış, takıştırmış ellerinde Avrupa sigaralar, önlerinde yığınla kağıt para, burada böyle boşa zaman öldürebiliyorlardı. İçlerinden acaba kaçı bir hayır kurumuna yardım ediyor? Acaba kaçı, bir fakire el uzatıyor, bir derdine çare oluyordu? Bu görüntüye bakınca "Hiç biri" demek geliyordu içimden. Ama haksızlık edebiliyor olacağım da geçiyordu aklımdan. Öyle ya, bu kadınları tanımıyordum. Böyle ön yargılı olmanın ne gereği vardı? İşte o zaman "Ah be Salhe... Sen önce kendi sırtındaki kambura baksana "diye kendime kızıyordum. Oyunun bitmesini beklerken, işte böyle düşünceler de kafamın içinde dolanıp duruyordu. Az sonra Nagihan kalfa gelip, -”Geçen seferden hoşuna gitmişti ya al bakalım...“ diye, elime büyükçe bir bardak limonata tutuşturunca, bu düşüncelerden sıyrıldım. -“Ayy!.. Sanki içimi okudun vallaha… Sağ olasın” Bir yudum aldım. Buz gibiydi ve hakikaten çok da güzel olmuştu. Gözlerimiz denk geldiğinde, sevgiyle bakışıp birbirimize gülümsedik. Nilüfer hanım göz ucuyla ona şöyle bir baktı. Kendiliğinden bunu yapmasından hoşlanmamıştı sanırım. -“Hay Allah… Oyuna dalıp sormayı unuttum?.. Ama neyse ki Kalfa gerekli ikramı yaptı” deyip, farklı bir şekilde konuştu. -“Gerçekten de öyle...Nagihan kalfa işini çok iyi biliyor" lafımın üzerine ise, -“Ne demezsin canım…” deyip, sarı bukleli saçlarından bir tutamı, omzundan arka tarafa aşırarak, gözleriyle kalfayı şöyle bir baştan aşağı süzdü. O bakışlarından, birbirlerine olan nefretlerini okumak hiç zor değildi. Eminim Nagihan kalfa akıbetinden korkmasa, ona çok şey söylemek isterdi, ama sessizliğini muhafaza ederek, arkasını dönüp gitti. Nilüfer hanım da o şuh edasıyla, oyununa devam etti.Nihayet oyun bittiğinde, Nilüfer hanım beni arkadaşlarına tanıştırıp, büyük bir hevesle sordu. -“Hadi şimdi söyle Salhe hanım… Bizim hayvanlardan ne haber?... Neler diyorlar bakalım?..." Konukların tümü dikkat kesilmiş ve ev sahibesiyle birlikte ağzımdan çıkacak sözleri merakla bekliyorlardı. Daha önceki telefon ile aramalarımda “Nerdeyse…Eli kulağında” gibi bir şeyler söyleyip geçiştirmiştim, ancak şimdi can alıcı konuşmamı yapmalıydım. Kadınlardan kızıl saçlarını tepede topuz yapmış olanı, terden sürekli aşağı doğru kayan gözlüğünü durmadan geri ittirirken, sarı saçları çenesinin hizasında düz kesilmiş olan diğer hatun ise, pek bir alaycı ifadeyle süzüyordu beni. Belli ki diğerlerine nazaran o kendini daha akıllı sanıyor, “Bakalım bu kadın neler saçmalayacak..”der gibi bir bakıyordu. Yüzü çilli, esmer olan hatun, bana nispeten diğerlerinden, daha sempatik gelmişti. Benim kimliğimi ilk merak edip soran oydu ve ilk soru da yine ondan gelmişti. -"Ay!... Söylesenize.. Mesela tavuklar, ne diyor? Top bana gelmişti şu an ya, ben de tekmeyi tadını çıkararak vuracaktım. Sırtımı şöyle bir arkaya yasladım, bacak, bacak üstüne atıp bir derin nefes aldım ve konuşmaya başladım. -“Ah!.. Ah… Bir bilseniz nasılda teker, teker kekeleyerek konuşmaya başladılar. Nilüfer hanıma dönerek" Ama itiraf edeyim sizin hayvanlarınız pek bir başka…Şimdiye kadar üzerinde çalıştığım hayvanlara hiç benzemiyorlar.... Çok ilgi ve sevgiyle bakıldıkları için, beyinleri çok mükemmel çalışıyor…. ” Gözlerimle bir yandan dört kadını da kesiyor ve hepsiyle ayrı, ayrı göz teması kurmaya çalışıyordum. Sarışın hatunun tavrı hala aynıydı. Yüzünde yine o küçümseyen bakış ve dudaklarında aynı alaycı gülümseme, gözlerini üzerime dikmiş öyle bakıyor. Ama diğerleri büyük bir dikkat içinde dinliyor. - -“Evet...Diyeceğim o ki… Bu hayvanlarla çalışırken hiç zorlanmadım desem yeri var… Allah için!.... “ Kumral, yüzü çilli hatun sabırsızlanıyordu. - -“Eee… Hadi ama... Mesela tavuklar ne diyolar? “ - “Şunu diyorlar…. Bunu diyorlar… ” Bu kez kızıl saçlı lafa girip sordu. . - -“Hımm… Peki Ördekler ne diyorlar ? Onlarda, şöyle diyor.. böyle diyor....Gelen her soruyu büyük bir ciddiyetle cevaplıyordum. Ama içimden nasıl eğleniyordum anlatamam... -“Onlarda şöyle diyorlar, böyle diyorlar.” Nilüfer hanımsa bu arada, her söylediğim cümlenin ardından, pek neşeleniyor ve şuh kahkahalar atıyordu. Sonra, baktı ki bütün soru misafirlerden geliyor, -“Ya durun arkadaşlar... Biraz da ben sorayım…" deyip, neşeli bir kahkaha daha patlattıktan sonra. -" Eee Salhe Nagihanın muhabbet kuşları ne diyor ? Esas ben en çok onlarımerak ediyorum “ deyip arkadaşlarına dönerek, -“Nazmi’ciğim çok şaşıracak… Ama ne sürpriz olacak ona değil mi?” dedi. Demek kaptanın adı Nazmi imiş. Bunu da şimdi öğreniyordum. Evet.. Büyük bir sürpriz olacağı kesindi. Ama Nazmi kaptana değil ne yazık ki! Bunu birazdan öğrenecekti. Bakalım o zaman da, yine o kendinden emin tavırlarıyla, bu şuh kahkahaları atabilecek miydi? Oturduğum yerden biraz ona doğru eğilerek, bu kez kısık bir sesle konuştum. - “Şey! Nilüfer hanım..…. Bu kısmı bence kulağınıza söylesem, sanırım daha iyi olacak” dedim. Şaşırdı ve gözlerini açarak, -“Aaa.. Niye ki ?” dedi. Rahat görünmeye çalışıyordu, ancak keyfinin kaçtığı aşikârdı. Sigarayı tutan elinin baş parmağı ile yine diğer parmaklarını dürtmesinden belliydi. Bu arada diğer hatunların birbirlerine manalı bir şekilde baktıkları da gözümden kaçmamıştı. -“Ben hele bir kulağınıza söyleyeyim… Siz isterseniz sonra arkadaşlarınıza da tekrarlarım ne dediklerini” dedim. Baktım ki bu sözlerime itiraz etmedi, yerimden kalktım ve iyice kulağına yaklaşarak fısıldadım. -“Biri diyor ki…. Ügürüüü… Ügürüüüü…” diyeri de ona karşılık diyor ki, “Hanım seviyor şöförüüüü..” -“Ayy! Ne...Ne dedin sen?” Fena halde irkilmişti. Dudaklarından hayret nidaları dökülürken, ben devam ettim… -“Evet, eveeet… Sonra da şöyle diyorlar. “ Kaptan sefere…” diğeri de “ Şoför içereeee.....” -“Ayy....Şimdi bayılacağım… Kes, şunu kes... Neler saçmalıyorsun sen be kadın?” -“Valla ben demiyorum, onlar diyorlar… Üstelik ben sadece konuşmayı öğretmeye çalıştım… Ama ilk kurdukları cümleler de bunlar oldu.” Yüzünün aldığı şekli görmenizi isterdim doğrusu. Onun bu hayret ifadesi, diğer kadınlarında ziyadesiyle dikkatini çekmiş, çok meraklanmışlardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. _”Ay şekerim… Ne diyorlarmış? Bize de söylesene… Hadi çatlatma yaaa” Nilüfer hanımın beti benzi iyice atmış, boyun damarları şişmişti. Hatta öyle paniklemişti ki, sinirle ayağa kalkıp, sigarasını kül tablasına batıracağı yere atıp, ayakkabısının ucu ile ezmişti Bu halini görünce acımadım da değil.... Neşeli bir şeyler duymayı beklerken, onu adeta çılgına çevirmiştim… Ne diyeceğini, ne yapacağı bilemiyordu. O da yetmezmiş gibi bir de arkadaşlarının soruları ardı, ardına gelince iyice gerilmişti zavallıcık. -"Bize bir beş dakika müsaade edin bayanlar deyip, omzuma bir şaplak attı. - “Sen gelsene benle biraz içeri” Denileni yaptım elbet.. O önde ben ardında, biz hole doğru yürürken misafirler de, kendi aralarında çoktan fısıldamaya başlamışlardı bile… KAPTANIN KARISI – 7.Bölüm Nilüfer hanımın holde bir o tarafa bir bu tarafa giderek, dolanmasından başım dönmüştü. İncecik vücudu zangır, zangır titriyordu. -“Ya nasıl böyle bir şeyler konuşabilirler?.... Saçmalığın daniskası. Peki sen.. Sen nasıl izin verirsin buna? Çok sinirliydi, ama sesini kontrol etmeye çalışıyordu. Terastaki hatunların eline koz vermek istemediğindendi sanırım. Bir elinin avuç içini alnına yapıştırmış, diğer elini de dayamış beline, ne yapacağını bilmez halde dolanıp, duruyordu. Eee.. Var mıydı, öyle kimsesiz, yaşlı bir kadını “Şöyle yaparım, böyle yaparım seni diye hırpalamak?...Hem suçlu olup, bir de yağ gibi suyun üstüne çıkmaya çalışmak?” -“Valla… Nilüfer hanım… Konuşmaya sökünce habire bunları tekrarlayıp durdular… Ben niye öğreteyim böyle bir şey.. Onlar da bildiğiniz gibi canlı varlıklar…. Görüyorlar, duyuyorlar, düşünüyorlar.” deyip ilave ettim. “ Yani...Ne bileyim …. Var bir bildikleri demek ki?? “ Bunu söylerken gelecek tepki ne olacak çok meraktaydım, ancak o hipnoz olmuş gibiydi şimdi. Derin düşüncelere dalıp gitmişti. Söylediklerimi duyup duymadığından bile emin değildim. Bir yandan gözüm kadının üzerinde, hareketleri kollayarak, bir yandan konuşma sürdürdüm. -“Amaaan Nilüfer hanım… Netice hayvanlar işte…. Kuş beyinliler yani… Kim itibar eder onların dediklerine?.... Takmayın o kadar kafanıza.” Diğer hatunlarda da içerde beklemekten sıkılmaya başlamışlardı. -“Eee.. Hadi ama… Gelsenize yahu… Nedir mesele biz de bir anlasak” diye seslendi birisi. Nilüfer hanım, bu sesle kendine geldi, -“Tamam… Geliyoruz birazdan” Yüzüme bakıyor bir cevap arıyordu. -“İyi de… Kocam onların bu saçmalıklarını duyunca ne diyecek? Allah’ım yaaaa….Konuşmalarına sevineceğini hiç sanmıyorum… Hiiiiç” dedi. Dişlerini sıktığı için çene kemikleri tık, tık atıyordu. -“Bakın ben de çok üzgünüm vallaha… Sizi mutlu edeyim derken, bir çuval inciri berbat ettim değil mi?.... Halbuki bugün buraya, hepsi artık eve dönmeye hazırlar, yarın getirebilirim demeye gelmiştim” dedim. Nilüfer hanım “Hayıııır…. Sakın ha.. sakıııın” diye haykırdı. Bir eliyle ağzını kapatıp, diğer elini “Aman ne yaptım” der gibi havada ileri, geri salladı. Sonra biraz daha kısık bir sesle. -”Bak Salhe… onları kesinlikle geri istemiyorum.. Anladın mı? İs-te-mi-yo-ruuuum… Sok bunu kafana?” -“Aaa.. İyi de.... Ben ne yapayım onca hayvanı ?” -“ Bilmem artık….. Atar mısın, satar mısın? Ne yaparsan yap… Hatta getir bir kamyonet daha, burada kalanlarında hepsini al götür… Hiç birini istemiyorum ben, anladın mı?” Kadın bütün hayvanları al götür diyordu. Kulaklarıma inanamıyordum. Onların da bir saçmalık yapabileceklerinden korktu anlaşılan. *** Terasta kendi başlarına bırakılmış, misafirlerin canı artık iyice sıkılmıştı. Olan biteni bir türlü anlayamadıkları için de meraktan çatlıyor oldukları da muhakkaktı. -“Nilüfer…. Neler oluyor orda yaa? Bize de söylesene Allah aşkına.” -“Tamam kızlar…Yok bir şey yaaa… Geliyorum şimdi” diye kestirip attı . Onun aklı fena halde hayvanlara takılıydı şimdi. Gözü hiç bir şey görmüyordu. -“Duydun değil mi Salhe? Hiçbir hayvanı istemiyorum.. Kesinlikle geri getirmiyorsun… Buradakileri de alıp gidiyorsun… İşte o kadar.” -“ Onca zaman emek verdim… Konuşturayım diye canım çıktı… Gördüğüm şu muameleye bakın” dedikten sonra, üstelik bu hayvanların hepsini alıp muhafaza etmeye ne evim, ne de kesem müsait ” dedim. Bu yakınmama karşılık, Nilüfer hanım, bu kez elini omzuma dayayarak ve olabildiğince yumuşak bir ses tonuyla , -“Lütfen kusuruma bakma… Şok geçirdim bir an gördün….Senin tabi ki bir kabahatin yok… Bu münasebetsiz hayvanların nankörlüğüne çok canım sıkıldı benim" dedikten sonra, -“Bir dakika bekle burada beni” hemen geliyorum deyip, koşturarak üst kata çıktı. Baktım Nagihan kalfa mutfağa inen merdivenlerin başından kafasını uzatmış, öyle merakla bakıyor. Ona baktığımı görünce ellerini iki yana açıp ” Ne oluyor” dedi. Ben de, işaret parmağımı dudaklarıma götürüp "sus, ses etme" işareti yaptım. Başını "Ah!..Ah" der gibi iki yana salladı. * * * Nilüfer hanım an kadar bir süre içinde, basamakları ikişer üçer atlayarak, yine elinde hamiline yazılmış bir çek ile yanıma geldi. Bir elini omzuma koydu ve diğer eliyle çeki uzattı. -“Bak al bu çeki… Bu senin şimdiye kadarki zahmetlerinin karşılığı. Ayrıca dediğim gibi, bahçedeki hayvanların tümünü de al git.. -“Ama, benim yeri….” -“Sus.. Dinle bir dakika…. Yerin yoksa sat gitsin… Canın ne isterse onu yap yani, karışmıyorum…..Anlaştık mı” deyip sırtımı sıvazladı. Korku insana neler yaptırıyordu. Baktım çekin üzerine oldukça tatminkar bir rakam yazmıştı yine. Eee.. Tabi insan ancak kendinin olmayan bir parayı bu kadar kolay harcayabilirdi. Nasıl kazanıldığını bilmiyordu ki? -“Peki Nazmi kaptana ne diyeceksiniz? diye sordum “Hani hepsi onun göz bebekleriydi?... Gelip de kümesleri boş görünce ne yapacak adamcağız?” Yine abartıyordum… Aldın çekini… Kadın kümes dolu hayvanı da al git dedi. Tadında bıraksana be kadın! Yok… Huyum kurusun işte. İlleki sulandırıp duracağım.. -“ Amaan…. Torbada yalan mı yok? …. Sen gittikten sonra, hastalık geldi hepsine…. Arka, arkaya ölüp gittiler derim…Olur biter” dedi. Gördünüz mü? … Minareyi çalan, kılıfını nasıl da hazırlıyor. Ben de daha fazla işi uzatmak niyetinde değildim zaten. -“Madem öyle diyorsunuz… Benden günah gitti… Yarın veya öbür gün bir kamyonet ayarlar gelir, kalan hayvanları da alırım” dedim. KAPTANIN KARISI – 8.Bölüm İki gün sonra, köşkü arayıp, hayvanları hazır etmeleri gidip alacağımı söyledim. Bir gün önce de hayvan pazarına gitmiş, onları toptan pazarlayacağım bir tüccar ayarlamıştım. Bu kez hiç eve getirip de tek, tek satacağım diye uğraşmak, yeniden bahçemi batırmak istemiyordum. Evden çıkmadan önce, tekrar köşkü arayıp, falanca saatte orada olacağımı bildirdim. Öğleye doğru kiraladığım kamyonetle, köşkün yan kapısına dayandım. Adamlar aynı şekilde tüm hayvanları, ayaklarından bağlamış hazır etmişlerdi. El birliği ile kamyonetin kasasına koydular ve yükleme işi bir çırpıda bitti. Ben de bu arada Nilüfer hanıma bilgi vermek için, doğruca köşke gittim. Baktım yine almış karşısına, Nagihan kalfayı azarlıyor. Tam, şuradan kazasız belasız çekip gideyim derken, onun boncuk gözlerindeki yaşları görünce içim sızladı. Fark etmemiş gibi görünerek, -“Hanım efendi… Benim işim bitti, gidiyorum… Umarım Nazmi Kaptanın gönlünü yapmayı başarırsınız” dedim. Dudaklarında zoraki bir gülümseme, elini uzattı. "Güle, güle Salhe hanım..."Sonra Nagihan kalfaya dönüp " Salhe hanımı yolcu et…” deyip sırtını döndü ve terasa doğru yürüdü. Nagihan kalfa elinin tersiyle göz yaşlarını silerek, -“Bak işte… Ne yaptı, etti hayvanlardan kurtuluyor… Zaten hiç bir zaman istememişti burada... " deyip, "Sana da küsüm, uyundun onun aklına” diye sitem etti. Kaptanın gelip de çok sevdiği hayvanlarını görmeyecek ne kadar üzüleceğini düşünmek ona acı veriyordu. Tombul kara yanaklarını iki elimle tutarak, -“Aman be kalfacığım…Böyle güzel bir köşke, o hayvanlar ve pis kokuları yakışmıyordu zaten.. Hem bak siz de böylelikle, bir ek işten kurtulmuş oluyorsunuz, fena mı "dedim. Hırslanarak ve kara gözlerini açarak, -“Ne münasebet… Benim beyimin emanetleriydi onlar… Bize niye eziyet olsun?” dedi. Göz yaşlarını iyice Salı vermişti. Kimsenin onun sözlerine itibar ettiği yoktu. Bu gücüne gidiyordu.. -“ Ah! Benim beyiiiim…Nasıl da üzülecek kim biliiiiir” diye, kalçalarına vuruyordu. Uzanıp ellerini tuttum. -“ Senin beyin ayda yılda bir gelip, birkaç gün burada zevk yapacak diye, başkaları bir sürü eziyetini çekiyor kalfacığım... Bak valla bu açıdan, Nilüfer hanım haklı yani... Kaptan artık kendine daha düzgün bir meşgale bulsun canım.. İşine, kazlarla, ördeklerle falan..” -"........." -“Hadi yapma ama... Değmez böyle göz yaşı dökmene…. Bak seni böyle üzgün bırakıp gitmek istemiyorum yaa." dedim. O anda hiç ummadığım bir şey oldu. Nagihan kalfa birden sarılıp, beni göğsüne bastırdı. -“Bir geldin, buraları talan ettin …. Ama nedense sana kızamıyorum bir türlü..Sevdirdin kendini kafir ” dedi. Bir yandan da pat, pat sırtıma vuruyordu. "Oh! ya.." İçim rahatlamıştı.. İyi bir iş çıkartmış olmama rağmen, gerçekten çok buruk gidecektim buradan. -"Kim bilir bir daha görüşür müyüz?… "dedi, sesi titreyerek. Şimdi de bunun için göz yaşı dökmeye başlamıştı. Uzun zamandır belki de ona Nazmi kaptan hariç, hal hatır soran, bir ihtiyacın var mı diye soran olmamıştı bile. Benim gösterdiğim ilgiden, samimiyetten öyle memnun olmuştu ki, bunu kaybediyor olmakta etkilemişti onu.Bu hali çok dokundu. Ben de göz yaşlarıma hakim olamadım. Ama onu bu cadının elinde ezdirmeye hiç niyetim yoktu. Çantamdan bir kalem kağıt çıkartım. Telefon numaramı yazıp eline tutuşturdum. -“Bak… eğer başın sıkışırsa… Konuşacak , dertleşecek birine ihtiyacın olursa beni ara.. Tamam mı?... “ diye tembihleyip, “Hem ara sıra, ziyaretine de gelirim merak etme” diye güvence verdikten sonra, yanağına bir öpücük kondurup veda ettim. Kamyonete bindim ve bir kasa dolusu tavuk, kaz, ördek ile köşkten ayrıldım. İlk iş olarak, onları pazarladığım tüccarın yanına gidip, hayvanları teslim ettim. Paralarını da peşin almıştım. Bu para beni bir kaç ay daha rahatça yaşatırdı. O süre içinde de nasılsa bir çıkar yol bulurdum. *** ÇAPKIN DOKTOR - 1.BÖLÜM
Yine elim çenemde dayalı, alt kattaki odanın sedirinde oturmuş, karşımdaki mezarlığı seyrediyordum. Ah!.. Ne olurdu sanki evimden bakınca, şu içime kasvet veren mezarlık yerine, deniz derya görüyor olsaydım. Gelip geçen gemileri, derin sular üzerinde ufka doğru süzülen yelkenlileri seyretseydim. Ya da, yeşillikler içinde, rengarenk çiçeklerle dolu, iç açıcı bir parka bakıyor olsaydı pencerem. Neşe ile koşturup oynayan çocukları, el ele tutuşmuş sevgilileri veya bir ağaç gölgesinde sığınmış, huzur içinde oturan yaşlı çiftleri seyrediyor olsaydım. Ama manzaram buna izin vermiyordu. Elbet bir gün, şu an içime kasvet veren o mezarlığın sakinlerinden biri olacaktım. Orada beni bekleyen sevdiklerime kavuşacaktım. Ancak, beyaz kefene sarılıp, iki metrelik bir çukura bırakılacağımı da her Allah’ın günü düşünmek istemiyordum. Artık otuzunu geçmiş bir kadın olarak, hayatımı bir düzene sokmak, kendime düzgün bir gelir kaynağı bulmak ve yarını düşünmeden yaşamak istiyordum. Banka hala biraz param vardı ancak, taş çatlasa iki üç hafta kadar idare ederdi. Kendime yeniden bir geçim kaynağı bulmak zorundaydım. Bu kez onu bunu kandırarak ve sonunda “hak etmişlerdi zaten” diye kendime bir teselli payı çıkartarak da değil, kesinlikle dürüst bir şekilde çalışarak kazanmak istiyordum ekmeğimi. İyi de… Nasıl bir iş olabilirdi bu? Ne tahsilim ne de daha önce bir yerde çalışmışlığım vardı. Haftalıkla veya aylıkla çalışabileceğim bir iş bulabilir miydim acaba? Bütün bunlar kafamı kurcalamaya başlayınca, doğruca kendimi bakkal Rıza'nın dükkanında buldum. O gün arta kalan gazetelerden birkaç tane alıp, gerisin geriye eve döndüm. Pencerenin önündeki sedire oturup, her birinin iş ilanları sayfalarına tek, tek bakmaya başladım. Gözüme takılan “Konfeksiyona ütücü, Emlak bürosunda telefona bakacak bayan, Kuaföre çırak, Ev işlerinde yardımcı ve çocuk bakıcısı aranıyor” gibi ilanların hepsini işaretledim. Ütücü aranıyor ilanları, sonradan düşünce pek cazip gelmedi. Çünkü; bu benim, evde bile yapmayı sevmediğim bir işti. Mecburi olarak her gün bir başkasına yapacağımı düşününce, müthiş rahatsız oldum. “Aman!...Aman! kalsın” deyip emlak bürosuna elaman yazan ilanın telefon numarasını aradım. Telefona çıkan kişi “Tecrübeniz var mı? “dedi... “Yok” dedim. “Bilgisayar kullanıyor musunuz?" dedi, " E..Ona da yok dedim..” Adam.. O halde aradığımız vasıflar da sizde yok” dedi. Haklıydı, ne diyeyim ki? Bir başka numarayı çevirdim, aynı benzeri sorular ve üstüne bir de yaş engeli çıktı karşıma. Manikürcü, bebek bakıcılığın gibi işler için aramalarımda, tecrübe ve diploma şart olduğu söylenince, o seçenekler de çöpe gitti. Ama yılmadım ve işaretlediğim ilanları sırasıyla, bıkmadan aradım durdum. Bir türlü kimseye uygun gelmiyordum. İş bulmanın hiç de öyle kolay olmayacağını anlamıştım. Ama moralimin, bozulmasına izin vermeyecektim. Tam o sırada “Doktor muayenehanesine yardımcı elaman aranıyor” ilanını gözüme çarpı.. Adres Avrupa yakasındaydı. Bense Anadolu yakasında oturuyordum. Aradaki mesafeyi düşününce, pek hoşuma gitmediyse de, bugünün son ilanı olduğu için yine de aramak istedim. İki çalıştan sonra telefon açıldı. “Buyrun, Doktor İlhan Kaygısız’ın muayenehanesi.” Birden çok heyecanlanmıştım. Hemen cevap veremedim. Tekrar ”Alooo… Buyurun” dedi telefondaki ses. Uzun zamandır kış uykusunda bulunan yüreğimde yuvalanmış kuş uyanıp kanatlarını vurmaya başlamıştı.Telefon kulağımda, bir elim yüreğimin üzerinde, heyecanımı bastırmaya gayret ederek konuştum. “Efendim, ben gazetedeki ilan için aramıştım.” “Öyle mi? Adınız nedir?” “Salhe efendim, deyip… Bana soru sormasına fırsat vermeden, ilk kez bir iş müracaatında bulunduğumu, hiç iş tecrübem olmadığını ve yaşımı” bir çırpıda söyleyiverdim. Bana yaşımın sorun olmayacağını, bu işin bir tecrübe de gerektirmediğini söyledi. Kendisi sabahları hastanede, öğleden sonraları, muayenehanede oluyormuş. Tek istediğinin işe zamanında gelinmesi, muayenehanenin temiz, düzenli tutulmasına ve arayan kişilerin notlarının sağlıklı bir biçimde kaydedilmesine dikkat edilmesi olduğunu söyleyip; “Yalnız bilmenizde yarar var dedi.. Yarım günlük bir iş olduğu için ücret biraz düşüktür. İsterseniz biraz düşünün, aklınıza yatarsa tekrar ararsınız.” İlk defa birinin hizmetinde ve alnımın teri ile çalışarak para kazanma imkanım olacaktı. Üstelik yarım günlük iş oluşu, benim gibi geç saatlere kadar uyumaya alışmış bir kişi için biçilmiş kaftandı. Ayağıma gelen bu kısmeti kaçıramazdım. "Düşünmeme gerek yok efendim dedim…Teklifi kabul ediyorum“ “O halde yarın buyurun gelin” Yarın gelin derken, işe alınmış mıydım?.. Yoksa, sadece görüşmek için mi çağrılmıştım. Bunu netleştirmek için tekrar sordum. “Şey!.. Yarın gelin derken, görüşmek için mi, yoksa işe başlamak için mi geleceğim?” Güldü ve “Evet dedi.. İş yarım günlük olduğu için pek talibi yok... Sizi de çalışmaya hevesli gördüm. Teklifi kabul ettiğinize göre, tekrar görüşmeye gerek yok.” Adresi yazdırdı ve ertesi gün öğleden sonra iki gibi orda olmamı istedi. “ Çok Şükür Allah'ım” dedim….Bundan sonra, düzgün bir işim olacaktı sonunda ” İyi ki yolu uzak deyip, aramaktan aramaktan vazgeçmemiştim. Telefonu kapatmadan tekrar sordum, aklıma takılmıştı çünkü. “Afedersiniz Doktor bey dedim.. Bir de ne doktoruydunuz acaba, merak ettim? “ Tekrar güldü. “İşi önemsediğiniz belli… Buna memnun oldum,dedi… Ben pisikiatristim Salhe hanım” “Teşekkür ederim doktor bey, sizi daha fazla meşgul etmeyim. Yarın ikide orada olurum” Telefonu kapatır kapatmaz hayallere dalmıştım bile. İş kadını Salhe(!) Ne hoş geliyordu kulağıma. Kumaş satışlarıyla iş hayatına ufak çaplı da olsa el atmıştım, ama şimdi bu iş bana daha ciddi görünüyordu. Her gün giyinip, kuşanıp muayenehaneye doğru evden çıkacaktım. Üstüne üstlük bir psikiyatrisin yanında işe başlayacaktım. Benim için bu da büyük bir şanstı. Belki doktor İlhan bey olur-olmaz ortaya çıkan gel – git hallerimin nedenini bulup, beni böyle çılgınlıklara kalkışmaktan ilelebet kurtarabilirdi. Kim bilir? Ertesi gün heyecanla yatağımdan kalktım. ilk iş olarak ne giyeceğimi hazırlamalıydım. Dolabın kapakları açıp, bir süre bakınıp durdum. Çeşit, çeşit giysilerim olduğundan değil, doğru dürüst giyecek bir şeyim kalmadığından, seçim yapmakta zorlanıyordum. Sonunda, her zaman anı kurtaran, siyah diz üstü eteğimi ve üzerine beyaz "V" yakalı, yarım kollu bluzumu seçtim. İkisinin üzerinde hemen bir ütü gezdirip, askıyla kapının koluna takıp hazır ettim. Ayakkabı olarak ne giyeceğim aklıma gelince, biraz neşem kaçtı.Siyah bir çift ayakkabım vardı ama topuklarının lastikleri eskimişti. Silip güzelce bir bezle parlattım. "Ihh!" Topukları hala fena halde gözüme batıyordu, vazgeçtim. Onun yerine beyaz keten dolgu topuk ayakkabılarımda karar kıldım. Artık, içime sinse de sinmese de onları giyecektim. Vakit yaklaştıkça kalbim güm güm atmaya başlamıştı. Giyindim, saçlarımı ensemde sıkı bir topuz yaptım ve siyah çantamı omzuma asıp, saat yarım gibi evden ayrıldım. Hem yolun uzun oluşundan, hem de adresi ararken kaybedeceğim zamanı telafi edebilmek için vakitli çıkmak istemiştim. ÇAPKIN DOKTOR - 2.BÖLÜM Adres Osmanbey’de bir yerdeydi. Trafiğin yoğunluğundan oraya varışım nerdeyse bir saatten fazla sürmüştü. Minibüsten iner inmez, ilk ilk rastladığım kişiye adresi sordum. Adam uzattığım kağıttaki adresi okuyunca, “E… Siz zaten gelmişsiniz hanımefendi,”deyip…eliyle caddenin karşısında duran binayı işaret etti. Meğerse tam önüne gelmiştim de haberim yokmuş. Aramam gerekmediğine sevinmiştim. Başımı kaldırıp gri renkli binaya baktım. Üzerinde rölyefler bulunan, cumbalı oldukça eski, taş bir binaydı. Caddeyi geçip binanın önüne geldim. Geniş, yüksek ve iki-üç mermer basamakla çıkılan döküm bir kapısı vardı ve şansıma aralıktı. İtip içeri girdim. Özel desenler verilmiş lacivert beyaz karolarla kaplı geniş girişin solunda, ahşap koyu kahverengi bir masa vardı. Üzerindeki prinç levhada “Danışma” yazıyordu.İyi de kime danışacaktım anlayamadım? Etrafta kimse yoktu ki. Belki de görevli ihtiyaç molasındaydı, kim bilir? Sonra gözüm masanın arkasındaki duvarda, plakalar halinde asılı işyerlerinin adları ve kat numaralarına takıldı. Aradığımı bulmuştum. "Dr.İlhan Kaygısız / Kat: 7 " Asansör, sol tarafta daire şeklinde kıvrılarak yukarı çıkan merdivenler tam ortasında duruyordu. Ama görmeliydiniz, ne asansör(!) Ahşap kasalı, ortadan ikiye açılan çift kapılı artık antika sayılacak cinsten bir asansör… Yani, binanın kendisi gibi tarihi olmuş bir model. Ben böyle bir asansörü, ta… çocukluğumda bir yerlerde görmüştüm. Hala kullanıyor olmasına bayağı şaşırdım. Doktorun muayenehanesi İkinci veya üçüncü katta olsa, merdivenden yürüyerek çıkmayı tercih ederdim, ama yedi kat tırmanmayı göze alamadım. Antika asansörün, ahşap kabartmalarla süslü kapısını açıp içeri girdim. Loş ve kasvetli hali içimi karartmıştı doğrusu. Besmele çekip, 7.katın düğmesine bastım. Ahşap kasa asansör, gıcırdayarak hareket etti ve sağa sola yalpalayarak yukarı doğru çıktı Önümden ha-bire duvar geçip duruyordu. Asansör, 7.kata gelip durduğunda yine karşımda bir duvar vardı. “ Allah!.. Allah!” deyip bir alt katın düğmesine bastım. Belki iki kat arasında bir yerde durmuş olabilirdim. Yine titremeli ve gıcırtılı şekilde hareket edip alt kata indik. Ancak değişen bir şey olmamıştı. Karşımda yine sadece kocaman bir duvar çıkmıştı. “Ne bu ya!.. Yoksa tarihi diye düşünürken, şaka asansörüne mi binmiştim yoksa!” Böyle anları hiç kaçırır mı?.. Malum kuşum kış uykusundan uyanmış ve sadakatle vazifesini yapmaya başlamıştı. Yüreğimde, ritmini kaçırmış bir gümbürtü, olduğum yerde dönünce, bir de ne göreyim, bu seferde kapı benim arkama geçmemiş mi? “Allah!.. Allah ya.. “dedim… Gün ortası kabus mu görüyorum ne?.” Ama cam kapıdan önümde uzanan koridoru görünce birden buz gibi serinleyiverdim. Meğerse bu iki kapıl bir asansörmüş. Yukarı doğru tırmanmaya başladığında, giriş kapısından değil, arkadaki kapıdan çıkılıyormuş. E.. Nerden bileyim? Üstelik asansörün içi loş olduğundan, ben ikinci bir kapının varlığını fark etmemiştim bile. Neyse, olayı anlayınca rahatladım ve yeniden yedinci katın düğmesine bastım. Asansör yedinci kata gelip “Gaarrrç!” diye, durduğunda. Bir an önce kendimi dışarı atmak için İki kanatlı kapıyı tutup açtım. Tam ayağımı dışarı atacaktım ki, asansör birden aşağı doğru inmeye başlamaz mı? “Allaaaah!.. dedim… Asansör tarihi diye dalga geçerken, ben tarih olmak üzereyim galiba” Avet… Gerçekten…Sanki bir korku filmi çevriliyormuş gibiydi. Boşuna değilmiş ilk gördüğümde içime basan sıkıntı. “Ayyy!..Keşke üşenmeyip, yürüyerek çıksaydım” diye sızlanıyordum da, ne çare? Sallana sallana hızla gidiyorum işte. Çantamı yere atıp, can havliyle, asansörün ahşap kasasına iki taraftan kuvvetli bir biçimde abandım. Aklım sıra yere çarptığında, oraya buraya savrulmaktan kurtaracaktım kendimi. Bir yandan “Allah’ım şu günahkar kuluna acı… Çoktan tövbekar oldum inan… Eğer alacaksan da canımı, hissettirmeden al bari" diye yalvarıyorum. Duyar mıydı bilmiyorum ama, Belki de bu gün, yaptıklarımın cezasını ödeme günüydü. Kim bilir? Hayatım bir film şeridi gibi eğrileri, doğrularıyla birlikte gözlerimin önünden geçiyordu. “Anneannem, saçlarımı okşayarak bana masal anlatıyor… Osman’ım, elinde yiyecek poşetleri eve geliyor…. Komşunun bahçesindeki salıncağın, iplerini kesiyorum…. Ölü bebek elimde, oradan oraya dolanıyorum. Aşırdığım, kumaşları oturma odasına istifliyordum…” Hep derlerdi de inanmazdım. Tüm geçmişim, bu kadar kısa sürede, gözlerimin önünde nasıl resmi geçit yapabilirdi hiç anlamıyorum. Demek ki, anlamak için yaşamak gerekiyormuş. Bir bu kısmını anlamıştım işte. ÇAPKIN DOKTOR – 3.BÖLÜM Asansör hızla aşağı doğru giderken, artık yalvarmayı bırakmış, kelimeyi şahadet getirmeye başlamıştım. Bari öbür tarafa eçmeden bunu söylemeyi başarayım istedim. O sırada asansör aynı gıcırtıyla durmuştu. Eee..Ne çarpmıştı ne de ben bir yerlere fırlamıştım. Korkuyla sımsıkı yumduğum gözlerimi açınca, camlı kapının önünde kır saçlı, tahminen, ortanın üzerinde olan bir adamın durduğunu gördüm. Siyah portföy çantasını göğsüne bastırmış, yüzünde tebessümle karışık bir şaşkınlık ifadesi, öylece durmuş bana bakıyordu. Kapının iki kanadını birden açıp, sersemlemiş vaziyette kendimi dışarı attım ve üzerine yıkıldım. Yüzümde hissettiğim bir ıslaklık ile gözlerimi açtığımda, deri bir kanepede boylu boyunca yattığımı ve kır saçlı adamın bileklerimi ovalamakta olduğunu, bir adamında elinde kolonya şişesi ayakta dikildiğini gördüm. “Tamam“dedi, kır saçlı adam,” Kendine geliyor işte.” “Kim kendine geliyordu… Ben mi?“ Şaşkınlık içinde yattığım yerden doğrulmak istedim. “Ne oldu bana… Neredeyim ben?” Kır saçlı adam omuzlarımdan hafifçe bastırıp kalkmama engel oldu. ”Korkmayın, dedi. Hafif bir baygınlık geçirdiniz… Önemli bir şey yok.” “E… Madem önemli değil, dedim… İzin verin kalkayım.” “Yok, “ dedi kır saçlı adam yine. ”Hemen olmaz, biraz istirahat etseniz daha iyi olur... Bakın ben doktorum sözüme güvenin lütfen” Doktor lafını duyunca, söyleneni yaptım ve kendimi yeniden kanepeye bıraktım. Biraz sonra iyice sakinleştiğimde, kalkma isteğime bu kez itiraz etmemişti kır saçlı adam ve yüzünde kocaman bir gülümseme, “Söyleyin bakalım” dedi. “Neden bayıldınız?” “E.. Madem doktor sizsiniz dedim… Siz söyleyin, neden bayılmış olabilirim?” Kır saçlı adam dudağını yandan hafifçe ısırıp, güldü. “Hımm!.. Hazır cevap bir hanımız öyle mi?” “Şaka bir yana doktor bey, asansör ben tam çıkarken birden hızla inmeye başlayınca, düşüyor sandım ve aşırı korktum, dedim… Durur durmaz da kendimi dışarı attığımı hatırlıyorum, hepsi bu.” Ayakta elinde kolonya şişesi bekleyen adam, atıldı. “ Bakın işte İlhan bey, bunu söyleyen çok oluyor son günlerde… Aşağıdan biri asansörü çağırınca, hiç bekleme yapmadan geri geliyor. Ya iyice elden geçmeli, yada değiştirmeli valla!” İlhan bey, dendiğini duyunca, Psikiatris İlhan Kaygısız mı yoksa?”dedim. Gerçekten de öyleymiş meğer. O da benim kimliğimi duyunca aynı şekilde şaşırmıştı. Diğer adamsa hem benim danışmaya fırsat bulamadığım danışma(!) Hem de apartmana kapıcılık yapan Dursun beymiş. Ben öyle yığılıp kalınca İlhan beyle birlikte taşımışlar beni yukarıya. Bu garip karşılaşma hepimizi hem şaşırtmış hem güldürmüştü. Ama yola çıktığımdan beri üzerimde hissettiğim tedirginlikten eser kalmamıştı. İlhan bey, “Tamam Dursun, dedi… Bu sorunu, apartman toplantısında mutlaka gündeme getirelim… Hadi sen dön işinin başına masan boş kalmasın” *** Dursun gittikten sonra, İlhan bey “Kendinize geldiğinize göre artık iş konuşabiliriz” deyip benden neler beklediğini bir kez daha yineledi. Telefona bakacak, randevu için arayan kişileri deftere kaydedecek, muayenehaneyi temiz tutup, mutfakta bulaşık bırakmayacaktım. “Nasıl?.. dedi, aklına yatımı Salhe hanım, yapabilirim diyor musunuz?” Hepsi bundan ibaretse kolaydı doğrusu. “Tabi İlhan bey, dedim… Şu ana kadar olmayacak bir şey söylemediniz zaten. “O halde hayırlı olsun” deyip, Masasının çekmecesinden bir çift anahtar çıkartıp uzattı. “Bunlardan biri, apartman girişinin diğeri de muayenehanenin anahtarı. Ben her gün, iki civarı gelirim genellikle… Siz de benden en az bir saat önce burada olmalısınız, dedi… Tamam mı?” “Tabi hiç merak etmeyin dedim… Tam saatinde burada olurum ben” Gülünce öyle bir aydınlanıyordu ki yüzü, ilk kez Osman’ım dışında birine, böyle içten baktığımı fark ettim. Koyu lacivert gözlerinin içine sanki akıp gitmiştim. İlhan bey, “Yaşadığınız heyecan yeter bence dedi… Bugün sadece tanışma günü olsun, yarın iş başı yaparsınız.” “……………..” “Salhe hanım!.. Anlaştık değil mi?” Gözlerinin derinliğinden zor çekip çıkarttım kendimi “Tabi… Tabi efendim” deyip, ayağa fırladım. İlhan bey “Durun canım, yarın başlayın dediysem, hemen gidin de demedim ki, dedi… Birer kahve içelim, siz iyice kendinize gelin öyle.” Tam koltuğa geri oturmuştum ki, niye oturuyorum gidip kahveyi yapayım bari diye tekrar ayaklandım. “Tamam… Mutfağın yeri nerdeydi? Dedim. Hemen yapıp getireyim kahveleri” İlhan bey, tekrar güldü. “Hay Allah! Tez canlıyız da üstelik dedi… Ama bugün misafirsin sen, kahveler benden.” “……………..” İyice şaşırmıştım. İlk kez, bir erkek bana kahve yapacaktı. O mutfağa doğru giderken, arkasından kendinden emin adımlarla yürüyüşüne baktım. Garip bir huzur dolmuştu içime. Arkamı koltuğa iyice yaslandım, yoksa iyi mi anlaşacaktık ne? ÇAPKIN DOKTOR – 4.BÖLÜM Ertesi gün tam vaktinde büyük bir hevesle iş yerimde olmuştum. Dursun, danışmada durmamıştı yine. Zaten binada bulunan işyerlerinin adları ve hangi katta bulundukları, duvardaki adres levhalarda yazılıydı. Gelen kişi neyi danışacaktı burada oturan kişiye onu da anlamamıştım değildim doğrusu. Bu kez, yedi kat merdiveni çıkmayı göze alıp, antika asansörü es geçmeyi yeğledim. Merdiven sahanlıklarında soluklanarak yedinci kata vardım. Tabiri caizse, dilim bir karış dışarı sallanmış olarak. “Doktor İlhan Kaygısız - Psikiatri Uzmanı İşte bundan sonra, öğleden sonralarımı geçireceğim yer bu tabelanın olduğu kapının arkasıydı. Çantamdan anahtarları çıkartım ve besmeleyle kapıyı açıp içeri girdim. İlhan beyin burada oturacaksınız diye gösterdiği masa, bekleme salonunda ve hemen onun oda girişinin solunda bulunuyordu. Doğruca gidip, makamının koltuğuna kuruldum. Çantamı, koltuğun arkasına asıp etrafa göz gezdirmeye başladım. “Amaaan!.. “ Ne keyifti. Artık benim de masa başı bir işim olmuştu Tam karşımda şık koltuklar, ortadaki geniş sehpanın üzerinde dizili mecmualar ve odaya ayrı bir renk getiren devasa, canlı bitkiler süslüyordu salonu. Böyle huşu içinde koltukta yaslanmış etrafa bakınırken, çalmaya başlayan telefonun zili elimi, ayağımı birbirine dolandırmaya yetmişti. “ Ayy! .. Ne diyecektim arayana?.. Ya randevu için arıyorlarsa? “ Ben böyle kıvranıp, elip telefona gidip gelirken, telefon zili hala çalmaya devam ediyordu. “Korkunun ecele faydası yok Salhe,”deyip, ahizeye yapıştım. “Buyurun efendim… Kimi aramıştınız?” “Salhe Hanım!.. “Aaa!..“Arayan adımı söylüyordu… Çok şaşırmıştım. “Eee.. Evet… Ben Salhe” dedim titrek bir sesle. Ne kadar heyecanlı olduğumu anlamak hiç de zor değildi. Karşı taraftaki kişi; “Ben İlhan” deyince, daha bir heyecanlandım. “Ah.. siz miydiniz efendim, tanıyamadım birden” “Sana işin hayırlı olsun demek istemiştim, dedi… Nasıl gidiyor bakalım?” “Çok sağolun efendim, şu ana kadar her şey yolunda da, dedim… Yalnız…Arayan olursa ne diyecektim? İşte onu unuttum.” İlhan bey güldü ve nezaketle konuşmasına devam etti. “Heyecanlanacak bir şey yok… Öncelikle telefonu doktor İlhan beyin muayenehanesi , diye açarsanız daha iyi olur dedi… Arayan nereyi aradığını bilsin, değil mi?” Hımm!.. Demek ki ilk yanlışı yapmıştım. Bundan sonra İlhan beyin muayenehanesi diye açacaktım telefonu.” “Peki efendim” “Ha!.. Ayrıca Masanızın üzerine bir ajanda bıraktım. Dedi… Arayanları oraya kaydedersiniz.” “……………” “Tamam mı ? “ Kalbim, heyecandan ağzımdan çıkıp gidecek. “Tamam efendim… Siz hiç merak etmeyin” dedim. Ajandayı da telefonu kapatınca fark ettim. Koltuğa oturur oturmaz hayallere daldığımdan, dikkat etmemiştim demek ki. İlhan bey içine bir de ufak not eklemişti. “Hayırlı olsun ve kolay gelsin.” Nazik ve düşünceli bir adamdı doğrusu. Eh! artık kalkıp biraz etrafla ilgilensem, iyi olacaktı. Tüm gün burada oturacak değildim herhalde. Tam yerimden kalmak için bir hamle yapmıştım ki, “ Haydaaa!.. Telefon yine çalmaya başlamaz mı? Ahizeyi kaldırdım ve İlhan beyin tembihlediği sözleri, karşıdaki kişinin konuşmasını beklemeden arka arkaya sıraladım. “Buyurun… Doktor İlhan beyin muayenehanesi...” Arayan yine Oydu. Bu kez sesini de tanımıştım zaten. “Harikasınız Salhe hanım… Bakın nasıl da kolay kavradınız bu işi, dedi…Ben bir saat sonra orada olacağım, Bunu söylemeyi unutmuştum, o yüzden tekrar aradım.“ “Öyle mi? dedim… Ben de test ediyorsunuz sanmıştım.” Bu sözüm çok hoşuna gitmişti. “Espri yeteneğiniz de harika bu arada, dedi… Eminim iyi anlaşacağız sizinle” İçimden “Ben de aynısını düşünmüştüm, hayret” diye geçirdim. Daha yerimden kalmadan telefon tekrar çalmaya başlayınca, bir deneme daha herhalde diye, duraklamadan repliğimi tekrarladım. Ama yanılmıştım, bu kez arayan randevu isteyen bir hastasıydı. İlhan bey, bir saat sonra geleceğim dediği için bir buçuk saat sonrasına, ilk randevuyu deftere yazdım. Evet, ben bu işi kıvıracaktım. Önce temiz hava gelsin diye camları açtım ve mutfaktan bir toz bezi alıp, İlhan beyin odasına daldım. Titiz bir insan olduğu belliydi. Çünkü; her şeyi çok tertipli ve yerli yerindeydi. Masasının üzerinde iki adet resim çerçevesi duruyordu. Dün de gözüme takılmışlardı, ama ters taraftan bakınca içindekileri görememiştim. Birinde elini çenesine dayamış, iri siyah gözlü hoş bir hanım, diğerinde birbirine sarılmış muzipçe gülümseyen, bir kız ve bir erkek çocuğun resmi vardı, İkisi de çok sevimliydiler. İlhan beyin çocukları olmalıydılar. Ama beş-altı yaşından daha büyük göstermiyorlardı. Belki de çocukluk halleriydi kim bilir? Çerçevenin de tozunu alıp yerine bıraktım. *** İlhan bey tam dediği gibi, bir saat sonra, yüzünde kocaman bir gülümseme ve üzerinde çok şık gri takım elbiseler çıka geldi. Kır saçlarına gri takımlar, pek de yaraşmıştı doğrusu. Gelip nazik bir biçimde elimi sıktı ve tekrar hayırlı olsun dedi ve arayan olup olmadığını sorduktan sonra; “Şimdi orta şekerli bir kahveye hayır demem” deyip, odasına yürüdü. İçten, samimi ama bir o derecede de ciddi tavırlı oluşu çok hoşuma gitmişti. Mesai bitimine kadar sadece üç-dört hasta gelmişti. Benim gibi hareketliliğe alışmış biri için akşama kadar bir koltukta oturmak biraz sıkıcı gelmişti. Buna rağmen kendimi yorgun hissediyordum. Tam gitmeye hazırlanırken, İlhan bey odasından çıkıp, yanıma geldi. “İlk işiniz olduğunu söylediniz, ama gayet güzel idare ettiniz Salhe hanım, dedi. Sizi oldukça başarılı bulduğumu söylemek isterim” Gururum okşanmıştı doğrusu “Sağolun efendim, dedim. Memnun kaldığınıza sevindim” O memnuniyetini sözle ifade etmese de olurdu, çünkü, yüzündeki gülümsemeden belliydi bu. “Gitmeden önce bana bir orta kahve daha yaparsan çok makbule geçer” deyip, odasına döndü. Kibar adamdı canım, kahve isteyişinde bile bir nezaket vardı. Az sonra bol köpüklü kahve ve yanında bir bardak su ile kapısını tıklatıp odasına girdim. Kahve fincanını ve su bardağını masaya bırakırken, Resim çerçevelerini göstererek “Bu sevimli çocuklar, sizin çocuklarınız mı? dedim. “Evet, bunlar benim dünya tatlısı ikizlerim Ece ve Ege” Diğer resimdeki bayan da eşim Müge dedi. Belli ki hepsiyle gurur duyuyordu. Daha fazla vaktini almamak için, “Çok güzel bir aileniz varmış, ne mutlu size,”deyip, iyi akşamlar dileyerek odadan çıktım. *** Yorgun bir şekilde mahalleye vardığımda, pencereden sokağı izleyen Mihri’yi gördüm. Ahmet ağabeyin işten dönüşünü bekliyordu yine besbelli. Beni görünce biraz daha sarktı pencereden. “Nabersin Salhem…? “İyidir sende ne var ne yok?” “Aman işte… Aynı dediğin gibi, ne vaar ne de yok!” Alem kadındı şu Mihri. Çok konuşur, bazen meraklılığı insanın içini katıltırdı, ama saf, temiz kalpli bir kadındı. Kalbinde hiç kötülük yoktu. Mahallenin diğer had bilmez, içten pazarlıklı kadınlarına hiç benzemezdi. “Görünmedin yine iki gündür ortalıklarda, dedi… Hayırdır? “Hah! “ dedim. Geç bile kalmıştı, soru sormadan bir cümle kuramazdı ki.“Ne yaptın, hayırdır, neden, niçin” kelimeleri onun olmazsa olmazlarındandı. Karnım da bir acıkmıştı ki, Evde hazırda bir şey de olmadığını hatırlayınca, Mihri’nin merakını biraz daha körüklersem, bu gece ne yesem derdinden kurtulacağım kesindi. “İşten geliyorum. “dedim. Yeni soruların geleceğini bilerek. “Ana!.. Ne işiymiş bu gene kız? “Mihriciğim çok yorgunum be canım dedim… Daha gidip yemek hazırlayacağım… Sonra anlatırım ben sana.” Ama Mihri zokayı yutmuştu bir kere… Durur mu? “Gel kız, beraber yiyelim Allah ne verdiyse, dedi. Ahmet abinin de eli kulağında… Madem yorgunsun hadi, eve gidip de uğraşma şimdi.” *** Elleri pek lezzetliydi bizim Mihrinin vallaha. Bir güzel salçalı İzmir köfte ve tereyağlı pilav yapmıştı ki, buz gibi ev yapımı ayran eşliğinde pek güzel gitmişti doğrusu. Mihri merakını, ben karnımı bir güzel doyurmuştuk. Ahmet abinin pijamalarını giyip, koltuğun üzerine tüneyerek, yapacağı televizyon keyfine, limon sıkmasam iyi olurdu. O yüzden Mihri’nin, " Şimdi bir güzel çay da demler, içeriz hep beraber… Yemekten sonra iyi gider” sözleri üzerine, yorgunluğumu bahane ederek ayaklandım. “Sağolasın anacığım… Ama gideyim ben artık” “İyi madem, “deyip fazla ısrarcı olmadı. Nasıl olsa istediği bilgileri de almıştı. Odadan çıkarken, Ahmet abi arkamdan seslendi, “Oturuyorduk, ne güzel komşu…Ev kaçmıyor ya?” Adet yerini bulsun cinsindendi sözleri, çünkü çoktan bir ayağını altına almış, elinde televizyon kumandası, rahatlığın kollarına bırakmaya hazırdı kendini. Mihri göbeğini kaşıyarak koltuğa iyice yayılan Ahmet ağabeye manalı bir bakış fırlatıp yavaştan fısıldadı. “Oturan boğa konuştu” Allahtan o duymamıştı. Gülüştük. “ Bakma bu havalarına, dedi Mihri. Birazdan kumanda elinde, olduğu yerde sızar kalır” Ee! Tabi ne yapsın adamcağız… Gün boyu güneşin altında, o kapı bu kapı diye dolanarak, elektrik sayaçlarını okumaktan tabanları patlıyor, yorgunluktan eve dar atıyordu koca bedenini. “ Mihriciğim ellerine sağlık, Ahmet abim, kesene bereket” deyip evimin yolunu tuttum. *** İlk kez kapımı açıp içeri girerken, bir garip hissediyordum kendimi. Oysa her nereye gidersem gideyim, eve döndüğümde, şükür evime geldim diye kocaman bir Ooh! Çeker mutlu olurdum. Şimdi niye böyle, boş bir eve giriyor olmanın hüznü çöküyordu üzerime bilemiyordum. Gece bütün sessizliğinle geldiğini hissettirdiğinde, ertesi gün giyeceklerimi kafamda netleştirip, yatağıma uzandım. Niyet etmiştim bir kere doğru yolu ille ki bulacaktım ve bir ucundan tutmuş bırakmıyordum hayatın. Tam ellerimi açmış, bana destek olması, doğru yoldan saptırmaması için rabbime yalvarıyordum ki, Mihriye bu akşam yaptığım küçük cinlik geldi aklıma. “Ah! Salhe Sen yok musun?“ deyip, güldüm kendime. “Ama Rabbim, dedim sonra, bu günahtan sayılmaz değil mi?“ Günlerim artık rutin bir şekilde geçmeye başlamıştı. Her gün bir heves giyiniyor, abartıya kaçmadan süsleniyor ve öğleden sonraları muayenehanede oluyordum. İlhan bey de her gün, ayrı bir şıklıkta geliyor, aynı nezaketiyle davranıyor ve ona çok yakıştırdığım ciddiyetiyle görevini yapıyordu. Beni hayrete düşüren o gün, evden biraz erken çıktım. Niyetim Osmanbey ve civarında biraz dolanıp vitrin bakmak ve uygun görürsem bir iki parça giysi satın almaktı. Ancak aniden bastıran yağmur nedeniyle dolanmaktan vazgeçip doğruca muayenehaneye koşturdum. Kapıyı açıp içeri girdiğimde İlhan beyin odasından bir gülüşmeler geldiğini duyup irkildim. Bu saatte burada kim olabilirdi ki? Bu kadın sesi de neyin nesiydi? Çantamı masamın üzerine bıraktım ve yavaş adımlarla yürüyerek İlhan beyin odasına doğru yaklaştım. Kapı tam kapalı değildi, kenardan yaklaşıp aralığından içeri baktım ve dona kaldım. İhan bey, hastalarını muayene ettiği deri kanepeye, bu kez kendisi sırt üstü uzanmıştı ve üzerinde beyaz kalçalarını iki eliyle kavradığı çırılçıplak bir kadın oturmaktaydı. Denize mayo ile girdiği beyaz kalmış göğüs ve kalçaya kadar kalan süt beyazı bedeninden belli oluyordu. Kadın, başını geriye atarak, iki elini sarı dalgalı, uzun saçlarının arasına daldırıp havalandırırken, “Hadi söyle” dedi. “En çok nerelerimi beğeniyorsun? “ İlhan bey kadının sıkıca kavradığı kalçalarına bu kez bir eliyle şaplak atıp, “İşte bu beyazlıkları” deyip,üzerinde ileri geri gidip gelen kadının altında, zevkle inledi. Kadın, şuh bir kahkaha daha atıp, iki eliyle ilhan beyin gömleğini bedeninden iyice sıyırıp aldı ve kılları ağarmış göğsünün üzerinde ellerini gezindirirken, “Şanlısın o zaman” dedi. Gördüğün gibi o beyazlıklardan bende bolca var.” Ellerini yeniden saçlarının arasında daldırıp havalandırdıktan sonra, şuh bir kahkaha daha attı ve bu kez İlhan beyin bir elini alıp diri memelerinin üzerine koydu. Kadın onun üzerinde ileri geri hareketlerni sürdürmeye devam ettikçe, İlhan bey, kulaklarımla duymasam asla onun ağzından çıkacağına inanmadığım sözcükleri arka arkaya sıralamaya başladığında, şoke oldum. O kibar adama ne olmuştu böyle? Bu nahoş görüntüye daha fazla şahit olmak istemiyordum. Sessizce kapıdan çekileyim diye, geri adımla giderken, kenarda duran saksının demirine takılıp, devirince her şeyi berbat ettim. İçerden çıt çıkmazken, ben ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette salonun ortasında kaldım. Çıkıp gideyim mi? Yoksa yerime mi gidip oturayım karar verememiştim. Az sonra sarışın bayan, elinde giysileri parmak uçlarına basarak, odadan çıkıp bana manalı bir bakış fırlattıktan sonra, doğruca koridordaki banyoya koştu. Biraz sonra da yüzünün rengi kaçmış haliyle İlhan bey kapıda göründü. Telaştan gömleğinin düğmelerini bile doğru ilikleyememişti ve yakasının bir yanı çarpık duruyordu. Bir eliyle saçlarını düzeltirken. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. “Sen bu saatte niye buradasın” dedi yüksek bir ses tonuyla, ama kızgın değil, bu şekilde yakalanmış olmaktan çok utanmış ve şaşkındı. E..ben de en az onun kadar utanmış ve şaşırmıştım. İki dünya tatlısı evladı, hoş bir karısı vardı bu adamın. Benim gözümde güzel bir kariyeri olan, ideal bir eş,mükemmel bir aile babasıydı. Oysa şimdi gördüğüm bu manzara karşısında ne diyeceğimi bilemiyordum. “Ben biraz mağazaları dolaşıp öyle gelecektim… Ancak yağmur planımı değiştirmeme neden oldu.”diye kekeledim. “ O yüzden erken geldim muayenehaneye. Ben de bu duruma şahit olmayı istemezdim!” Az sonra, banyodan çıkan kadın, hiçbir şey olmamış gibi yine saçlarını eliyle sırtına doğru savurarak, kırıta kırıta yanımıza geldi. İlhan beyin yanağından bir makas aldıktan sonra "İyi geceler tatlım" deyip, kapıdan çıkıp gitti ve biz arkasından bakakaldık. İlhan bey, “Salhe, geç otur şöyle konuşalım” dedi. Yüzü düşmüş, inanılmaz sıkkın görünüyordu. Nasıl olmasın ki, onun yerinde kim olsa eminim aynı durumda olurdu. Denileni yapıp, geçip yerime oturdum.da geçip karşımdaki koltuğa oturdu. “Kafandan neler geçiyor bilmiyorum, ama hayal kırıklığına uğradığını anlamak zor değil” dedi. “ Senin de söylediğin gibi, bu tatsız durumda görülmeyi ben de istemezdim. Üstelik burası bunun yeri de değildi.” “Evet… Öyle…” “Senden ricam bu günü ve gördüğünü unutman… Bu tatsız durumun işimizi etkilenmesine izin vermeyelim. Tamam mı? “…………….” “Olur mu Salhe?” “Valla efendim, hayat sizin hayatınız. Bu kısmı beni elbette ilgilendirmez" dedim. " Bu konuda ağzımdan tek kelime de çıkmaz bunu merak etmeyin. Ancak, unutma kısmı için söz verebileceğimi sanmıyorum.” Doğruydu da bu düşüncem. Bundan sonra odaya her girdiğimde, bu manzarayı hatırlayacağımı adım gibi biliyordum. İlhan bey bu kez biraz kızğın, “Lütfen ama…” dedi. “ Büyütmeyelim meseleyi” Son sözlerim canını sıkmıştı besbelli. Ardından yerinden kalkıp doğruca odasına gitti ve kapısını kapattı. İlk kez patron olduğunu hatırlatır bir tavır takınmıştı. .Ama bu tavrı kabul edip etmemek de benim bileceğim bir işti. Onu daha ilk gördüğüm günden beri çok beğenmiştim. Evli bir erkek oluşuna üzülmedim değildi, ama bir de böylesine çapkın biri çıkması da, üstüne tuz biber ekmişti. Hayal kırıklığım biraz da bu yüzdendi sanırım. Hiç düşünmeden ben de yerimden kalktım ve çantamı kaptığım gibi kendimi binadan dışarı attım. Temiz hava yüzüme çarptığında, buradaki görevimin bittiğini anlamıştım. Bundan böyle İlhan bey, ister hastalarını muayene etsin, ister sevgililerine kendisini muayene ettirsin, umurumda bile değildi. Arkama bile bakmadan doğruca evimin yolunu tuttum. * * * . AYAR SALHE
BEKLENMEYEN MİSAFİR I BÖLÜM Her zaman kafası oldukça iyi çalışan biriydim. Yaşıtlarıma göre, bir çok meziyetlerim vardı. Keşke, bu zekamı, cinliklere çalıştırana kadar kendimi okumaya verseydim. Bir kariyer sahibi olabilseydim veya bu özelliklerimi daha çok ön plana çıkaracak, beni geliştirecek yolları tercih etseydim, eminim bugün çok başka konumda bir insan olurdum. Şimdi, bu sedir üzerinde oturmuş, arpacık kumrusu gibi düşünmek zorunda kalacağıma, yüksek okul diplomalı bir kadın olarak, ayaklarımı yere daha sağlam başar, hayata başka bir pencereden bakabilirdim. Ama yoktu işte... Maddi manevi destekleyecek, güç verecek, bana ne olursa olsun arkamda olduklarını hissettirecek, bir kimsem olmamıştı benim. Daha doğarken, kader haneme kocaman bir eksi konmuştu. Ne gerekiyorsa, kendi başıma yapmak zorunda kalmıştım. Ben de insanların zaaflarından, saflıklarından, vicdani boşluklarından yararlanarak, kendime göre en kolay olan yolları seçmiştim hep. Görünüm olarak düzgün ve masum bir yüze sahip olmam, her zaman çok işime yarıyordu. İnsanları inandırmakta, ikna etmekte çok zorlanmıyordum. Ama her yaptığım işin ardından pişman olup, vicdan azabı çekiyor, her gece yatmadan secdeye kapanıp af diliyordum. Herkes gibi ben de, bir işe girip, normal yoldan para kazanmayı çok istiyordum ama, milletin gözüne sokacak bir diplomam olmadığı için, bulacağım işler tatmin edici olmuyordu. Anneanneciğimin okumam için ısrar edişinin sebebini şimdi çok iyi anlıyordum. Ne fayda? İnsan çalışmaya ihtiyacı olmasa bile ille ki o kağıt parçasına sahip olmalıymış. ilk iş denemem pek tat vermediği gibi, sonu da nahoş bitmişti. Ama düzgün yoldan para kazanmak fikrimden henüz vazgeçmemiştim. Arada bir gazetelerin iş ilanlarına bakmaya devam ediyor, yeniden uygun bir iş bulmayı ümit ediyordum. O sabah da, kahvaltımı yaparken,. bir elimde günlük gazete, iş ilanları sayfasını inceliyordum. Çerçeve içine alınmış bir ilan dikkatimi çekti. “Refakatçi Bayan aranıyor.. Tel.” İçimden bir ses “Hadi hemen ara” dedi. Ben de bu sesi ikiletmeden hemen numarayı çevirdim. Telefona bir bayan cevap vermişti. İlan için aradığımı, ne gibi özellikler arandığını sordum. Sesinden genç bir bayan olduğu anlaşılıyordu. ”Kayın validesinin nefes darlığı çektiğini, geceleri evde yalnız kalmasını istemedikleri için ona refakat edecek, arada bir kitap okuyacak vakit geçirtecek kısaca ona arkadaşlık edecek bir kişi aradıklarını” söyledi. Gündüz gelip evi toparlayan biri varmış zaten.. "Ev işleriyle sizin bir alakanız olmayacak.... O gelince evinize gidip, akşam yeniden geleceksiniz" dedi. Üstelik dolgun bir maaş da verilecekti. Hiç fena bir teklif değildi doğrusu. İsterlerse bu işe talip olabileceğimi ve hemen görüşmeye gidebileceğimi söyledim. Ancak, gelin hanım, benden önce bir iki kişinin daha aradığını, onlara bugüne randevu verdikleri için mümkünse, yarın sabah verilen adrese uğramamı rica etti. Ayrıca benim birilerine bağımlı olmadığım için şansımın daha yüksek olabileceğini ilave etti. Gerçekten iyi bir iş olanağı gibi görünüyordu. Başkalarının benden önce randevu almış olmaları, şansımı azaltıyor olsa da, artık mecburen yarını bekleyecektim. BEKLENMEYEN MİSAFİR – 2.Bölüm Ertesi gün yatağımdan içimde hoş bir kıpırtı ile kalktım. Bir yuva ortamı içinde bulunacak, yaşlı bir kadına refakat ederek, arada bir ona kitap okuyarak hoşça vakit geçirmesini sağlayacaktım. Bundan daha iyi bir iş olabilir miydi? Düşündükçe çok daha cazip geliyordu gözüme. İnşallah beni görmeden kimse üzerinde bir karara varmazlardı. Tek olumsuz yanı, yine işin karşı yakada olmasıydı Ama böyle bir fırsatı asla kaçıramazdım. Vakit gelip hazırlanmaya başladığımda içimden "Aman... kimseyi beğenmesinler inşallah" diye dualar ediyordum. Gazeteden kestiğim adres elimde sabah erkenden yola koyuldum. İskeleye inmek için önce minibüse bindim. Sonra yine vapurla karşıya geçip, Levent istikametine giden bir otobüse bindim. Durakta indikten sonra, bir iki kişiye sorarak evin hangi sokakta olduğunu öğrendim. Sağlı sollu iki katlı villaların yerleştirildiği geniş sokak, aşağı doğru dikleşerek iniyordu. Kapı numaralarını baka, baka ilerlerken, sağ tarafta bulunan bir villanın önünde toplanmış insanlar dikkatimi çekti. Bir olay var herhalde diye o tarafa yöneldim. Meraklıyım ya, illa ki, öğreneceğim ne olmuş diye. Ancak, bu villanın önüne gelince, kapı numarasının elimdeki adrestekiyle aynı olduğunu görünce afalladım. Tabi ilk aklıma gelen yaşlı kadına bir şey mi olduğuydu. Yolun kenarında sekiz on yaşlarında bir çocuk da, bu kalabalığı seyrediyordu. Usulca yanına sokulup sordum. -“Ne oluyor burada yavrum…Mesele nedir?” -“Cenaze var teyze”. Eyvah… Aklıma gelen başıma gelmişti sanırım. Yaşlı kadın ölmüştü demek. İyi bir iş buldum diye sevinirken, bu ümidim de çöpe gitmişti anlaşılan. Ama ne olduğunu tam anlayayım diye çocuğa tekrar sordum. -“Eee… peki kim ölmüş oğlum?... Sen tanıyor musun?” -"Evet… Güler teyze” -“İhtiyarın adı Güler’miş demek ki. -“Hasta ve yaşlı diyorlardı…dedim. Kurtulmuş desene” -“Ne yaşlısı yaaa… Güler teyze senden bile gençti” demez mi? Hoppala, ölen kimdi o zaman? İyice meraklanmıştım. -“Eee. Oğlum.. Sende doğru dürüst konuşmuyorsun ki anlayayım. -"Güler teyze bu evin nesi oluyor ?" -“Emir ağabeyin karısı” -"Emir ağabey kim? -“Nadire teyzenin oğlu… Sonra durdu, öfkeyle yüzüme bakıp bağırdı. " Off yaa... Ne çok sordun“ ve yanımdan kaçıp gitti.. Belli ki onun da canı çok sıkkındı. Yada ben sorularımdan bunalmıştı. Peşinden söylendim. “Aman güle, güle…. Zaten laf çıkmıyor ağzından.” İyi de merakım iyice körüklenmişti. “Allah.. Allah…” dedim. Ölen evin gelini miydi yoksa? Hani dün benimle telefonda konuşan şu genç , nazik bayan!” Nerdeyse orta yerimden çatlayacaktım. Bir elimdeki adrese, bir üzerindeki numaraya yeniden baktım. Evet, kesinlikle doğru adrese gelmiştim . İçeri girenler, çıkanlar bir telaştır gidiyordu. *** Şu Allah’ın işine bak… Nefes darlığı çeken kayınvalidesinin yanına bakıcı ararken, evin gelini ölmüştü. Rahmetli anneannem hep derdi zaten, “Hasta başında ölüler bekler” diye de, ne demek istediğini pek anlamazdım. Demek kastettiği buymuş. Ama nasıl olmuştu bu? Bu öğrenmenin tek yolu vardı. İnsanların arasına karışıp eve girmek. Ben de öyle yaptım. Etraftaki kişilere kafalarını bulundırmamaya gayret ederek bir kaç soru yönelterek ne olup bittiğini öğrendim. Ne yazık ki ölen gerçekten de evin otuz iki yaşındaki geliniymiş. Evin tek oğlu Emir ile aynı okulda okurken tanışmış ve brbirlerine aşık olup evlenmişler. İkisi de iç mimar olarak mezun olmuş ve kendi kurdukları ofislerinde çalışıyorlarmış. Gelin hanımın haber verecek bir akrabası da yokmuş. Öyle diyorlardı. Genç yaşta anne ve babasını bir trafik kazasında kaybetmiş. Sadece kendinden bir iki yaş büyük bir ablası varmış, İstanbul dışında bir yerlerde. Yıllardır dargın oldukları için, şimdiye kadar kimse onu görmemiş. Kadınlardan biri -“Nadire hanım onu bir şekilde bulup, iki kardeşi barıştırmayı çok isted, dedi. Ama nerde yaşadığını bulamadılar ki bir türlü.” Kız kardeşinin düğününde bile gelmemiş. Bir müteahhitle evlenip bulunduğu, şehirden ayrılmış, bir daha da kimse izini bulamamış falan..... "İyi de neden öldü ki bu gencecik kadın? ” diye sordum bir başkasına. Kalbin delikmiş garibin. Ardından daha bir sürü fısıldamalar. Yok efendim doktorlar riskli buldukları için, çocuk sahibi de alamamış mış, kayınvalide bir türlü torun görememiş miş, ama, oğlu gelin hanıma toz kondurmazmış, zaten zayıf ve çelimsizmiş, bu rahatsızlıkla da fazla yaşamazmış mış “ ve daha neler, neler….. Şu insan oğlu gerçekten ne garip bir yaratık yahu! Bir yandan vah, vah diye diz döverken, diğer yandan daha taze gelin daha toprağa girmeden ardından söylenenlere bakın hele. Hayatının baharında gencecik bir kadın göçüp gitmiş de bu kimin umurunda! Görüntüye bakılırsa, bayağı varlıklı bir aile olmalıydılar. Bordo rengin hakim olduğu geniş salon zevkle döşenmişti. Aslan ayaklehpaların üzerindeki, şık abajurlar, seramik saksılar içinde çeşitli yerle yerleştirilmiş, geniş yeşil yapraklı bitkiler, salonun bordo renkleriyle uyum içindeydi. Karı koca mimar olduklarına göre, kendi evlerinin dekorunu da herhalde kendileri yapmıştır diye düşündüm. Dün benimle telefonda yaptığı nazik konuşma aklıma gelince, vakitsiz giden bu genç kadına bir kez daha acıdım. Kayınvalidesinin sağlığından endişe ederken, sıra ondaymış da, haberi yokmuş garibin. Hayat böyleydi işte.. Ecel bizi nerde, ne zaman yakalar kimse bilmiyor işte. O kullanmaya kıyamadığın eşyaların, severek özenle aldığın takıların, evlerin barkların, gözünü kapattığın an, bir başkasının olup gidiyor. BEKLENMEYEN MİSAFİR- 3.Bölüm Görünüm olarak düzgün biri ve masum bir yüze sahip olmam, çok işe yarıyordu her zaman. İnsanları inandırmakta, ikna etmekte çok zorlanmıyordum. Ama her yaptığım işin ardından pişman olup, vicdan azabı çekiyor, her gece yatmadan secdeye kapanıp af diliyordum. Herkes gibi ben de, bir işe girip, normal yoldan para kazanmayı çok istiyordum ama, milletin gözüne sokacak bir diplomam olmadığı için, bulacağım işler tatmin edici olmuyordu. Anneanneciğimin okumam için ısrar edişinin sebebini şimdi çok iyi anlıyordum. Ne fayda? İnsan çalışmaya ihtiyacı olmasa bile ille ki o kağıt parçasına sahip olmalıymış. Bildiğiniz gibi, ilk iş denemem pek tat vermemiş, üstelik sonu da nahoş bitmişti. Ama düzgün yoldan para kazanmak fikrimden henüz vazgeçmemiştim. Arada bir gazetelerin iş ilanlarına bakmaya devam ediyor, yeniden uygun bir iş bulmayı ümit ediyordum. O sabah da, kahvaltımı yaparken,. bir elimde günlük gazete, iş ilanları sayfasını inceliyordum. Çerçeve içine alınmış bir ilan dikkatimi çekti. “Refakatçi Bayan aranıyor.. Tel.” İçimden bir ses “Hadi ara” dedi. Bu sesi ikiletmeden hemen numarayı çevirdim. Telefona bir bayan cevap vermişti. İlan için aradığımı, ne gibi özellikler arandığını sordum. Sesinden genç bir bayan olduğu anlaşılıyordu. ”Kayın validesinin nefes darlığı çektiğini, geceleri evde yalnız kalmasını istemediklerini, yanında kalarak, ona refakat edecek, arada bir kitap okuyacak bir kişi aradıklarını” söyledi. Gündüz gelip evi toparlayan biri varmış zaten.. "Ev işleriyle sizin bir alakanız olmayacak.... O gelince evinize gidip, akşam yeniden geleceksiniz" dedi. Üstelik dolgun bir maaş da verilecekti. Hiç fena bir teklif değildi doğrusu. İsterlerse bu işe talip olabileceğimi ve hemen görüşmeye gidebileceğimi söyledim. Ancak, gelin hanım, benden önce bir iki kişinin daha aradığını, onlara bugüne randevu verdikleri için mümkünse, yarın sabah ilanda verilen adrese uğramamı rica etti. Ayrıca benim birilerine bağımlı olmadığım için şansımın daha yüksek olabileceğini ilave etti. Gerçekten iyi bir iş olanağı gibi görünüyordu. Başkalarının benden önce randevu almış olmaları, şansımı azaltıyor olsa da, artık mecburen yarını bekleyecektim. *** Ertesi gün yatağımdan içimde hoş bir kıpırtı ile kalktım. Bir yuva ortamı içinde bulunacak, yaşlı bir kadına refakat ederek, arada bir ona kitap okuyarak hoşça vakit geçirmesini sağlayacaktım. Bundan daha iyi bir iş olabilir miydi? Düşündükçe çok daha cazip geliyordu gözüme. İnşallah beni görmeden kimse üzerinde bir karara varmazlardı. Tek olumsuz yanı, yine işin karşı yakada olmasıydı Ama böyle bir fırsatı asla kaçıramazdım. Vakit gelip hazırlanmaya başladığımda Bir yandan da dualar ediyordum. "Aman... kimseyi beğenmesinler inşallah" diye. Gazeteden kestiğim adres elimde sabah erkenden yola koyuldum. İskeleye inmek için önce minibüse bindim. Sonra yine vapurla karşıya geçip, Levent istikametine giden bir otobüse bindim. Durakta indikten sonra, bir iki kişiye sorarak evin hangi sokakta olduğunu öğrendim. Sağlı sollu iki katlı villaların yerleştirildiği geniş sokak, aşağı doğru dikleşerek iniyordu. Kapı numaralarını baka, baka ilerlerken, sağ tarafta bulunan bir villanın önünde toplanmış insanlar dikkatimi çekti. Bir olay var herhalde diye o tarafa yöneldim. Meraklıyım ya, illa ki, öğreneceğim ne olmuş diye. Ancak, bu villanın önüne gelince, kapı numarasının elimdeki adrestekiyle aynı olduğunu görünce afalladım. Tabi ilk aklıma gelen yaşlı kadına bir şey mi olduğuydu. Yolun kenarında sekiz on yaşlarında bir çocuk da, bu kalabalığı seyrediyordu. Usulca yanına sokulup sordum. -“Ne oluyor burada yavrum…Mesele nedir?” -“Cenaze var teyze”. Eyvah… Aklıma gelen başıma gelmişti sanırım. Yaşlı kadın ölmüştü demek. İyi bir iş buldum diye sevinirken, bu ümidim de çöpe gitmişti anlaşılan. Ama ne olduğunu tam anlayayım diye çocuğa tekrar sordum. -“Eee… peki kim ölmüş oğlum?... Sen tanıyor musun?” -"Evet… Güler teyze” -“İhtiyarın adı Güler’miş demek ki. -“Hasta ve yaşlı diyorlardı, dedim.Kurtulmuş desene!” -“Ne yaşlısı yaaa… Güler teyze senden bile gençti” demez mi? Hoppala, ölen kimdi o zaman? İyice meraklanmıştım. -“Eee. Oğlum.. Sende doğru dürüst konuşmuyorsun ki anlayayım. -"Güler teyze bu evin nesi oluyor ?" -“Emir ağabeyin karısı” -"Emir ağabey kim? -“Nadire teyzenin oğlu. Sonra durdu, kızgın bir ifadeyle yüzüme bakıp "Off yaa... Ne çok sordun“ deyip kaçtı gitti. Belli ki onun da canı çok sıkkındı. Ya da sorularımdan bunalmıştı. Peşinden söylendim. “Aman güle, güle…. Zaten laf çıkmıyor ağzından.” İyi de merakım iyice körüklenmişti. “Allah.. Allah…” dedim. Ölen evin gelini miydi yoksa? Hani dün benimle telefonda konuşan genç, nazik bayan” Nerdeyse orta yerimden çatlayacaktım. Bir elimdeki adrese, bir üzerindeki numara yeniden baktım. Evet, kesinlikle doğru adrese gelmiştim . İçeri girenler, çıkanlar bir telaştır gidiyordu. Şu Allah’ın işine bak… Nefes darlığı çeken kayınvalidesinin yanına bakıcı ararken, evin gelini ölmüştü. Rahmetli anneannem hep derdi zaten, “Hasta başında ölüler bekler” diye de, ne demek istediğini pek anlamaz. Demek kastettiği buymuş. Ama nasıl olmuştu bu? Bu öğrenmenin tek yolu vardı. İnsanların arasına karışıp eve girmek. Ben de öyle yaptım. Ona buna fazla kuşkulandırmadan sorarak, neler olup bittiğini öğrenmeye çalıştım. Ne yazık ki ölen gerçekten de evin otuz iki yaşındaki geliniymiş. Evin tek oğlu Emir ile aynı okulda okurken tanışmışlar. Birbirlerine aşık olup evlenmişler. İkisi de iç mimar olarak mezun olmuş ve kendi kurdukları ofislerinde çalışıyorlarmış. Gelin hanımın haber verecek bir akrabası yokmuş. Öyle diyorlardı. Genç yaşta anne ve babasını bir trafik kazasında kaybetmiş, Galiba kendinden bir iki yaş büyük bir ablası varmış, İstanbul dışında bir yerlerde. Yıllardır dargın oldukları için, şimdiye kadar kimse görmemiş. Kadınlardan biri -“Nadire hanım onu bir şekilde bulup, iki kardeşi barıştırmayı çok istedi… Ama nerde yaşadığını bulamadılar ki” dedi….Düğününde bile gelmemiş. Bir müteahhitle evlenip bulunduğu, şehirden ayrılmış, bir daha da kimse izini bulamamış falan.. -“İyi de … Neden öldü ki bu gencecik kadın? ” diye sordum bir başkasına. Kalbi delikmiş garibin. Ardından daha bir sürü fısıldamalar. - " Yok doktorlar riskli buldukları için, çocuk sahibi de olamamış, kayınvalide bir türlü torun görememiş, ama, oğlu gelin hanıma toz kondurmazmış, zaten zayıf ve çelimsizmiş, bu rahatsızlıkla da fazla yaşamazmış “ ve daha neler, neler….. Şu insan oğlu gerçekten ne garip bir yaratıktı. Bir yandan vah, vah çekerken, bir yandan daha taze gelin toprağa girmeden ardından konuşmaya başlamışlardı. Hayatının baharında gencecik bir kadın göçüp gitmiş, kimin umurunda? Görüntüye bakılırsa, bayağı varlıklı bir aile yaşıyor olmalıydı burada. Bordo rengin hakim olduğu geniş salon çok zevkli döşenmişti. Sehpaların üzerindeki, şık abajurlar, seramik saksılar içinde çeşitli yerle yerleştirilmiş, geniş yeşil yapraklı bitkiler, salonun bordo renkleriyle ne kadar da uyum içindeydi. Karı koca mimar olduklarına göre, kendi evlerinin dekorunu da kendileri yapmıştır herhalde diye düşündüm. Gelin hanımın dün benimle telefonda yaptığı nazik konuşma aklıma gelince, vakitsiz giden bu genç kadına bir kez daha acıdım. Kayınvalidesinin sağlığından endişe ederken, meğer sıra ondaymış da, haberi yokmuş garibin. Hayat böyleydi işte.. Ecel bizi nerede, ne zaman yakalar kimse bilmiyor işte! O kullanmaya kıyamadığın eşyaların, severek özenle aldığın takıların ve evlerin barkların, velhasıl bütün malın mülkün gözünü kapattığın an, bir başkasının olup gidiveriyor. *** Derin bir "Off" çektim..Artık merakımı giderdiğime göre, iş umudum da suya düştüğüne göre, Kalkıp gidebilirdim. Tam kapıya doğru yürüyordum ki, yemek odasının geniş aynalı büfesi üzerinde bir resme takıldı gözlerim. Çene hizasında düz kesilmiş saçlarıyla gülümseyen, narin yapılı bir kadın ve keskin yakışıklı bir erkek vardı bu resimde. Güler ve kocası Emir olmalı diye düşündüm. Erkeğin bakışlarındaki, derin ifade ve çenesinin ortasındaki çukur öyle bir karakteristik duruyordu ki, oraya çakılıp kaldım. İlk defa, bir resim beni bu kadar etkiliyordu. Aslında bütünüyle resim değil, Erkeğin bakışındaki derin ifadeydi beni etkileyen. Bütün vücudumu bir sıcaklık kaplayı verdi aniden. Şimdiye kadar hiç, ama hiç aşina olmadığım bir duyguydu bu. Sanki onu kırk yıldır tanıyormuşum gibiydim. Dalgınlığımdan arkamdan gelen bir ses ayırdı. " Çok yazık oldu, ne güzel de bir çiftlerdi değil mi?" " Ya..öyle!" deyip evden dışarı attım kendimi. Güzel, güzel kalkmış gidiyordum işte, nerden takıldı ki o resim gözüme! Keşke görmez olsaydım. Yol boyuncu o bakış, o yeşil uzun kirpikli gözler zihnimden gitmedi. Otobüse bindiğimde, delice düşünceler kafama hücum etmiş, beynime. Talihsiz gelin Gülerin kocasının ve de kayınvalidesinin bile tanımadığı bir ablası vardı. Yıllardır görüşmemişlerdi. Bu kadını kimseler ne tanıyor, ne de yaşadığı yeri biliyordu. Ee!!!.... Neden o kadın ben olmayaydım? Tariflere göre yaşım da tutuyordu üstelik! "Ah! Salhe Ahh! … Hani tövbekar olmuştun sen… Niye başladın yine içten içten kaynamaya? At kafandan bunları, yürü git evine kızım ya!" diye kendime telkin verirken koruyucu meleğim, Neden olmasın?.. Pekala da olur mu, Olur!!!!!" diye fısıldıyordu kulağıma kahrolası şeytan! BEKLENMEYEN MİSAFİR- 4.Bölüm Eve vardığımda, bir robottan farksızdım gibiydim, doğruca yatak odasına çıktım. Çünkü, kararımı vermiş ve olayı çoktan kafamda bitirmiştim.. Hemen üzerimdekileri çıkarttım, dolaptan rahat bir penye, ve bileklerime kadar uzanan eteklerimden birini giyerek, saçlarımı ensede topladım. Banyo Aynasında uzun uzun kendime baktım. Hala geri dur uyma sen ona diye kulağıma fısıldayıp dursa da koruyucu meleğim, her defasında şeytan galip geliyordu. Yüzümü silip bu kez hafif bir makyaj yaptım. Dolabın üzerinden küçük bavulumu indirip içine, bir gecelik, birkaç parça iç çamaşırı, bir çift terlik, dış fırçası, saç tokalı gibi ihtiyaç duyacağım düşündüğüm bir kaç parça eşyayı yerleştirdikten sonra besmele çekip evden ayrıldım. Bavulu çeke, çeke doğruca bakkal Rızanın dükkanına gittim. Yalaka Rıza dükkanın kapısına yaslanmış, sigarasını tüttürüyordu. Beni görünce sırıtarak, -“Ooo. Salhe hanım… Hayrola? dedi. Yolculuk nereye böyle? Sormasa şaşardım zaten. -“Sana geliyorum” dedim. Rıza birden dikleşti. Elimde bavul sürükleyerek ona doğru yürüdüm Bu cevapla bayağı telaşlanmasına neden olmuştum. Sigarasını yere atıp ayakkabısının ucuyla ezerken "Bana mı geliyorsun? “ dedi. Sesindeki telaş çok hoşuma gitmişti. Elimdeki bavulu da görünce şapşal Rıza, pırtımı topladım ona kaçtığımı sanmıştı. ? Heyecandan yanakları al, al olmuştu dangalağın. Yine Munzurluğum üzerimdeydi. Bu heyecanını görmezden gelerek biraz daha körüklemek için, yumuşak ve davetkar bir tonda tekrarladım. -“Evet…Sana geliyorum Rıza?” Kapıda yalı kazığı gibi, dikilip kalmıştı. Ona doğru bir iki adım. O ise geriye doğru adımladı. -“Şey…Nasıl yani? Elinde bavul falan!!!"gibi bir şeyler geveledi. Evli barklı olduğuna aldırmadan, önüne gelen kadına gözlerini devire, devire bakan, kazara değmiş gibi çaktırmadan dükkanına gelen genç kızlara sürtünen ve fırsat versen, çekinmeden işi daha ileri boyutlara taşıyacağından emin olduğum herifin, elimde bavul ile karşısına dikilip “Sana geliyorum Rıza” deyince naıl da eli ayağı birbirine dolanmştı. Ortada fol yok, yumurta yokken bile, paniklemiş haline acıyarak, daha fazla üstüne gitmekten vazgeçip bavulumu bıraktım yere. -“Aman be Rıza… Sadece birkaç günlüğüne bir akraba ziyaretine gidiyorum, dedim. Eli boş gitmeyim diye, birkaç parça erzak alıp götüreceğim, bütün mesele bu! ” Rahatlamıştı yalı kazığı, derin bir nefes aldı ve çarçabuk eski haline döndüverdi. -“Öyle desene yahu?... “ diye, sigaradan sararmış o fırça görmemiş dişlerini göstererek sırıttı. Hiç anlamamış gibi bir tavarla sordum. -“Eee.. Sen ne sanmıştın ki ? “ Rıza içindekileri ele verme korkusuyla, yeniden kulaklarına kadar kızarmıştı. -“Şey… hiç canım… Boş ver şimdi… diye kıvarttı. " Söyle, ne istiyordun? “ Çok uzun zamandır kardeşini görmeye giden bir abla olacaktım. Memleketten de geliyor olduğum düşünülürse, götüreceklerim erzak ağırlıklı olmalıydı. Bulgur, mercimek, nohut gibi kuru bakliyatlardan ikişer, üçer kilo ve onbeş yirmi tane’de yumurtayı vermesini istedim. Bu yüklü alış veriş Rıza’nın dikkatini çekmekte gecikmedi. Zira kendi evime bile aynı anda bu kadar erzak aldığımı hiç görmemişti. -“Ne hatırlı ahbapmış bu böyle, dedi. Keşke bize gelen akrabalar da senin gibi olsa!” Bence de çok iyi olurdu da, bu ön hazırlığın ne için yapıldığını bilse aynı şekilde düşünmezdi sanırım. Az sonra siparişlerin hepsini hazırlayıp paket etmişti. Çantandaki fileyi çıkartıp paketleri içine koydum. Öyle ağır gelmişlerdi ki, file nerdeyse yere kadar uzandı. Bir elimde bavul bir elimde file oraya gidene kadar epey zorlanacaktım anlaşılan. Ama katlanacaktım artık, planım için gerekliydi bu. Rıza kaydetmek için veresiye defterini çıkarmıştı. -“Dur Rıza... "dedim, "Yazma!” Ne zaman geri döneceğimi bilmiyordum çünkü. Belki akşama dönerdim, belki de, işim rast gider, uzunca bir zaman. O yüzden borçlu kalmak istememiştim. Hepsinin parasını peşin ödeyip bakkaldan öyle çıktım. BEKLENMEYEN MİSAFİR- 5.Bölüm Öğleden sonra, yeni mekanım olmasını dilediğim villanın bulunduğu sokağa gelmiştim. Erzak paketlerini koyduğum fileyi ve bavulu yere bıraktım çantama attığım kenarları gümüş pullu başörtüyü çıkartıp başımı örtüm. Yniden yazdığım adresi de çantamdan çıkarıp elime hazır ettim. Bir elimle bavul, diğer elimde erzak filesi, sokaktan bir sağa bir sola göz atarak yokuş aşağı inmeye başladım. Villanın önüne vardığımda bahçe kapısının önünde, yeşil renkli cenaze arabasının durmakta olduğunu gördüm. İçeri giren, çıkan insanların sayısı da artmıştı sanki. Her adımda, daha ağırlaşan erzak filesi yüzünden kolum nerdeyse kopacaktı ağrıdan artık. Sıcak ve terden penyede sırtıma yapışmıştı. Eve yaklaşırken bir gencin koşar adımlarla villadan çıkıp yokuş yukarı koşturduğunu görünce seslenip, elimdeki adres kağıdını gösterdim. -“Afedersin oğlum, şu adres neresi bir söylesen… Buraların yabancıyım da!” Acelesi vardı vardı durmak istememişti. Kısa bir tereddüt geçirdiyse de, uzattığım kağıda yine de nezaket göstererek alıp baktı. Okur okumaz da inanmaz şekilde, kafasını kaldırıp yüzüme baktı. Yüzünün rengi bir anda atmıştı. Tekrar baktı elindeki kağıda. Emin olmak istiyordu sanki. Bir şey demek istedi,. ama alt dudağını ısırıp öylece kala kaldı. Ben tekrar sordum. -“Eee...Ne diyorsun? Buralara yakın mı bu adres? Kim için geldiğimi sorarken, kağıdı tutan eli titremeye başlamıştı. -“Güleri arıyorum ben.. Güler hanımı yani.. Tanır mısınız acaba? -“Şey…Efendim… Siz Güler ablanın nesi oluyorsunuz?” Gülümsedim -"Ah canım... Tanıyorsun demek! Ablasıyım ben... Yıllardır görmedim kardeşimi. Sürpriz yapayım istedim…" dedim. Muzipçe başımı iki yana sallayarak " Kim bilir nasıl şaşıracak beni görünce!” On onbeş yaşlarında var yoktu. Aniden çıka gelen ablanın gelişine bu kadar etkilendiğine bakılırsa, ya aileden biri, ya da çok yakın biri olmalıydı. Hemen elimdeki yükleri almak için uzandı. Bavulumu tutuşturu verdim eline. -“Gerisini ben taşırım oğlum sen yolu göster!“ -" Tabi....Buyrun gidelim” dedi isteksizce. Birlikte villaya doğru yürümeye başladık. Cenaze arabasını işaret ederek, -“Vah!... Vah!.. Birilerinin canı yanmış yine, dedim. Allah kalanlara sabır versin!" Bir şey demedi çocuk, ama acıyarak bakmakla yetindi yüzüme. Evladım ya! naıl da dud yemiş bülbüle dönüvermişti. Villaya doğru yürümeye başladığımızda bahçe kapısında duran etine dolgun, akça pakça bir bir hanım bizi görünce seslendi. -“Yiğit… Eee.. Oğlum.. Sen hala buralarda mısın? dedi sinirli bir şekilde. Hani siparişleri alıp gelecektin?” Çocuk bavulu yere bırakıp bana “Bir dakika efendim” deyip, kadının yanına koşturarak, kulağına bir şeyler söyledi. “Yaaaa..Ayy...diye bir çığlık atan kadın, eliyle ağzını kapattı. Bu tepkisini gören birkaç kişi, yanına yaklaşıp ne olduğunu sordu haliyle ve aralarında bir fısıldanmadır başladı. Ben hala olduğum yerde öylece dikiliyorum. Bir yandan bana kaçamak bakış fırlatırlarken, kimi eliyle kalçasını dövmeye, kimi de tırnaklarını kemirmeye başlamıştı. Hepsinin yüzündeki sıkıntıyı, çaresizliği görebiliyordum. Az sonra hep birlikte yanıma geldiler. Yiğidin annesi olduğunu tahmin ettiğim kadın elini omzuma koydu. -“Demek siz… Siz Güler’ in ablasısınız, dedi öyle mi?” Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş ve yumruk gibi şişmişti. -“Evet de… Ben kötü bir zamanda geldim anlaşılan. Burada ne oluyor hanımlar? diye sordum. Ölen kim?” Sesime kattığım tonlama, bir şeylerden şüphelendiğim havasını da gayet güzel yansıtmıştı. Kadınlar telaşla birbirlerinin suratına baktılar. “Şey… mey… gibi lafları ağızlarında gevelemeleri üzerine, harekete geçme zamanının geldiğini düşünerek işe koyuldum. Elimdeki fileyi bir tarafa fırlatıp kendimi de diğer tarafa attım. -“Ay! Ay!!!!! Yoksa Gülerime bir şey mi oldu. Doğru söyleyin!!!!!!” Bunu söylerken, başörtümü çekiştiriyor, kafama, dizlerime vuruyordum. Zavallıların eli ayağı birbirine dolanmış, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Birileri ellerimi tutmaya, birileri de beni yerden ayağa kaldırmaya çalışıyordu. Yiğidin annesi, -“Metin ol kardeşim... Ne olur...yapma böyle.. Hadi kalk... Gel içeri bir geçelim hele" diye koluma asılıp beni kaldırmaya çalışıyordu ama nafile. Salhe oyuna kaptırmıştı yine kendini. Daha önce verdiğim sınavlardan talimli olduğum için de hiç zorlanmıyor, rolümü gayet de güzel oynuyordum. Bir ara, fırlattığım filenin içindeki torbaların da patlamış, kırılan yumuştalar ve erzakların yola yayılmış olduğunu gördüm....Sahnenin dekoru da tas tamamdı yani. -"Ayy, yandım ben... Yandım ki ne yandım.. Nasıl olur bu Allah'ım?" Herkes birbirine soruyor, "Kimmiş?... Nerden gelmiş? Bir başkası, -"Ah.. görüyor musun bak?.. Kadın kardeşine geliyor diye, bir sürü de erzak yüklenip gelmiş...Vah... Vah..." -"Ay.. tam da bu zamanı bulmuş gelecek, diyor bir başkası. Ne olacak şimdi?" Yeterince bu söylentileri dinledikten sonra içimden bu kadar çırpınma, yeter deyip, beni kaldırmak için çabalayanların kollarına bıraktım kendimi. -"Ay!!!!.. Gitti kadın..Kendinden geçti. Eh..daha fazla dayanamadı bu acıya ... zavallı.. Vaaaah.. VAh!" *** Kendimi kucakta, bir güzel içeri taşıttım.. Gözlerimi kapattığımdan kim götürdü görmemiştim. Bir kanepeye yatırıldığımı anladığım an, ayılmış gibi gözlerimi açtım ve kalkıp oturdum. -"Şükür.. Kendine geldi kadıncağız" -"Bir bardak su getirsin birisi...? Hepsinin acıyan bakışları üzerinde. Az sonra yiğidin annesi girdi salona. Altın çerçeveli gözlükler, başında omuzlarından aşağı dökülen siyah ipek bir örtüsü olan, yaşlı bir kadının koluna girmiş, adeta sürükleyerek getiriyordu. Yanıma gelince, Gülerin kayınvalidesi diye tanıttılar. Bana rahmetli anneanneciğimi hatırlatmıştı. Onun gibi pamuk saçlı ve tombik yanaklıydı. Yetmiş beş , seksen yaşları civarında görünüyordu. Ayağa kalktım, daha bir şey dememe fırsat kalmadan bana sarıldı. -“Vah!.. Talihsiz yavrum vah!... Demek ki kıymetli gelinimin ablası sensin?”dedi. Karşılıklı biraz ağlaştıktan sonra kanepede yan, yana el, ele oturduk. Yaşlılığın izlerini taşıyan elleri oldukça bakımlıydı ve parmaklarında kıymetli taşlardan oluşan yüzükler taşıyordu. Görüyorsunuz ya, her şartta, hiç bir ayrıntıyı kaçırmıyordum. -“Oğlum sizi bulmaya çok uğraştı yavrum."dedi.. Hayatta birbirlerinden başka kimseleri olmayan iki kardeşi kavuşturup, barıştırmayı çok istemiştik … Ama bulamadık izinizi” -“Ah!... Teyzeciğim… Nasıl dayanacağım ben bu acıya?.... Dargın gitti benim kardeşim… dargın” deyip, Elimle dizlerime vurdum. Yaşlar sicim gibi gözlerimden aşağı dökülürken, bir yandan da salona girip çıkanlara bakıyordum. Gözlerim Gülerin kocasını arıyordu. Bir sürü erkek dolanıyordu etrafta, ama o yoktu. En çok görmek istediğim kişyi.Nerdeydi peki? Neden ortalıklarda yoktu? BEKLENMEYEN MİSAFİR - 6.BÖLÜM Mezarlığa gidilirken, çok arzu etmeme rağmen(!) beni götürmek istememişlerdi. “ Onca yoldan geldin.. Bir de kardeşinin ölüsü ile karşılaştın… Kolay bir durum değil bu… Sen istirahat etmelisin” deyip, beni üst katta bir odaya çıkarttılar. Buna hiç itiraz etmemiştim. Çünkü tanımadığım, bilmediğim o insanların içinde yeterince bunalmıştım. Bir süre kendi başıma kalmak iyi gelecekti ve bu bana daha kapsamlı düşünmem için fırsat sağlayacaktı. Misafir ağırlamak için hazırlanmış bu oda, hakikaten son derece zevkle döşenmişti. Yatak örtüleri, perdeler, dinlenme kodluklarının yanındaki masanın kat, kat örtüsü ve komodin üzerindeki abajurların hepsi aynı renkten ve kumaştan yapılmıştı. Burada da ince zevklerini konuşturmuşlardı yani. Odanın içinde özel bir de banyosu bulunuyordu. Kapıyı açıp içeri adım attığımda, banyonun genişliği ve güzelliğinden kendimi alamadım. Mermer tezgah üzerindeki lavabo, üzerindeki boydan boya kristal ayna, içine sabunların doldurulduğu ayaklı çanak, hepsi çok şıktı. Hele o kocaman küvet! Aklımı başımdan almıştı doğrusu. Nasıl almazdı ki? Yıllardır banyo dediğim bir musluk ve kurnadan ibaret dört duvar arasında ocak üzerinde ısıttığım sular ile yıkanıyor, odama çıkıncaya kadar iliklerime kadar titreyip kaskatı kesiliyordum. Bu güzel banyonun mutlaka tadını çıkartmalıydım… Hemen muslukları açtım. Aynı filmlerde gördüğüm gibi küvetin içini doldurup içine uzanmak istiyordum. Ilık su küvete dolmaya başlarken, ben de üzerimdekileri çıkartıp, daha dolmasını beklemeden içine girdim. Bu benim ilklerimden biriydi. Aşağıda yaşananlara aldırmadan, kendimi suya bıraktım. Allah’ım… Ne müthiş bir zevkti… Bazı inşanlar ne kadar da şanslı oluyor diye düşünmekten alamadım kendimi. O şans artık benim yüzüme de mi gülecekti ne? *** Gözlerimi açtığımda, hala bu zevkle döşenmiş odada yatmakta olduğumu gördüm. Çift katlı yatak o kadar rahattı ki , banyodan sonra uzanır, uzanmaz uykuya dalıp gitmiştim demek ki. Bir de kendi mütevazı karyolamı ve odamı düşündüm. İkisini kıyaslayınca kendimi sarayda sandım. Bana kalınca hiç kalkmaz, bu keyfe sürdürürdüm, ancak tatilde değil cenaze evindeydim. Kendime çeki düzen verip aşağıya insem iyi olacaktı. Üzerimden çıkarttıklarımı tekrar giyecekken, bavulumu da buraya getirdiklerini fark ettim. Hemen açıp içinden siyah eteğimi ve üzerine yarım kollu yeşil bluzu mu giydim. Yeşil en sevdiğim renklerden biriydi ve bana da çok yakıştığını söylerlerdi. Aynanın karşısında saçlarımı tarayıp, yine ensemde güzel bir topuz yaptım. Yüzümü hafifçe renklendirmeyi de ihmal etmedim. Etrafta çık çıkmıyordu. Gidip perdeyi aralayıp sokağa baktım. Havanın kararmış olduğunu görünce şaşırdım. Demek ki, bayağı uyumuştum. Acaba aşağıda neler oluyordu? Aceleyle yatağı da toparlayıp, odanın kapısını usulca açtım. Başımda kazan gibiydi sanki. Sabahtan beri ağzıma lokma atmamıştım. Kan şekerim düşmüştü herhalde. Usulca kapıyı araladım, tam dışarı çıkıyordum ki, eli yumruk yapılmış şekilde havada duran inci uzun bir adamla burun, buruna geldim. Bu oydu. Gün boyu gözlerimin aradığı kişi. Gür siyah dalgalı saçlar ile çevrili yüzüne, o uzun kirpikli yeşil gözler nasıl anlam katıyordu. Çıkık elmacık kemikleri ve çenesindeki çukur aklımı başımdan aldı gitti. Göz, göze geldiğimiz an bütün vücudumu bir titremedir aldı. Beni yoklamak için geldiği belliydi. -“Öyle bitkinim ki, kendimi yatağa bırakır, bırakmaz uyuya kalmışım.. Siz..” Ne soracağımı anlamıştı, hemen kendini tanıttı. -“Ben Emir, Gülerin eşiyim” deyip elini uzattı. Dere yeşili gözler içime işlemişti. Resimdekinden de çok yakışıklı bir adam vardı karşımda. Hele o sesi.. En az seslendirme sanatçılarının ki kadar etkileyiciydi. El sıkışmamızı beklerken, onu tutup kendime çekerek kucakladım. -“Bunca sene sonra, karşılaşmamız böyle mi olmalıydı?” Emir beklemediği bu kucaklaşma karşısında şaşırmıştı. O da bana sarılsın mı? Sarılmasın mı? Kestirememişti. Uzun zamandır istek duyarak, bir erkeğin omuzlarına yaslanmamıştım. Onun misler gibi kokan kaslı diri vücudundan ayrılayım istemiyordum.. İçimde esen fırtınanın etkisiyle, sanırım farkında olmadan, biraz fazla sıkmıştım. O bunu içimdeki acıdan sanıp, teselli etmek amacıyla, sırtımı pat, patladı. İkimiz de konuşmuyorduk. İkimiz de duygusal anlamda sarsılmıştık. Ama farklı nedenler ile. Garibim benim içimde kopan fırtınaları nerden bilebilirdi ki? *** Birlikte salona indik. Yemek masasının üzeri bir güzel donatılmıştı. Nadire hanım “ Gel güzel kızım… Geeel..”dedi. Meğerse benim kalkıp aşağı inmemi bekliyorlarmış. Bir türlü ses çıkmayınca da Emir beni uyandırmak için yukarı gelmiş. Sofranın zengin görüntüsü, iştahımı kabartmıştı. Masaya oturup her şeyi mide indirmek istiyordum. Ama kardeşi ölmüş bir kadındım, öyle yemeğe iştahlı görünemezdim. -“Hayır teyzeciğim… Hiç yiyesim yok benim… Siz buyurun” dedim. Nadire hanım, “Hiç olur mu öyle şey yavrum… Her şeyin yeri ayrı.. Aç durulmaz… En azından bir tabak çorba iç lütfen… Hatırım” dedi. Masada oturan diğer kişilerde onu onayladı. “ Aaa… Tabii, tabi …Bir şeyler yemeden olmaz.” “Eh.. Madem deyip” Emir’in çektiği sandalyeye oturdum. Yakışıklı olduğu kadar çok da kibardı. Bir tabak çorba içip azıcık tavuklu pilavdan yedim. Bu bile çok iyi gelmişti. İyi ki ısrar etmişlerdi. Ama başım hala çatlıyordu. Ben zaten uzun zaman açlığa hiç Masadan kalkar kalkmaz baş ağrısı için bir ilaç rica ettim. Yiğidin annesi koşup getirdi. Masadaki sürahiden bir bardan su doldurup elime verdi. *** İkili koltukta yine Nadire hanım ile yan, yana oturuyorduk. Şu anda evde olan kişilerin ailenin yakın dost ve akrabaları olduğunu öğrenmiştim. Özellikle ortalarda çok koşturan Yiğidin annesinin kim olduğunu sorduğumda, Nadire hanım, -“Ha o mu?... Benim yeğenim Semiha “dedi. Halası oluyormuş. Sofranın toparlanmasına, sonra yapılan çay servisine, taziye için gelenlerin ağırlanmasına hep o koşturuyordu. Yemek sonrası dua olacağından, yeni kişiler bir, bir gelmeye ve evin içi yeniden dolmaya başlamıştı. Semiha’ya yardım etmek istedim bir ara ama engel oldu. Kocaman kara gözlerini açarak “Katiyen olmaz..Gidip oturun siz bir “yere dedi. Yiğit de uzun kirpiklerle çevrili kara gözlerini, demek ki annesinden almıştı besbelli. Semihacık ta benim gibi dulmuş. Kocasını iki sene evvel bir trafik kazasında kaybetmiş. Nadire hanım, -“Semiha, Güler ile çok iyi anlaşırdı. Bize sık, gelir zaman, zaman da yatıya kalırdı” dedi. Güler’in kalbine yenik düştüğü gece o da oğluyla birlikte buradaymış. Dualar bitmiş, ikramlar yapılmış ve zamanı gelince de, Semiha ve Yiğit dışında herkes bir, bir çıkıp gitmişti. İlk kez ailenin çekirdek kadrosu olarak baş başa kalmıştık. Emir yerden, tavana kadar yükselen geniş camın önündeki koltuklardan birine oturmuş, dalgın, dalgın bahçeye bakıyordu. Kim bilir kafasından neler geçiyor diye düşünürken, dönüp bana, -“Seni ne kadar çok aradık Güner” dedi. Tüylerim o anda diken, diken olmuştu. Müthiş heyecanlanmıştım. Bana sesleniyor olmasından değil, bana başka bir isimle hitap etmesinden. Bunu nasıl akıl edememiştim. İyi ki daha önce kimse bana bu adla seslenmemişti veya bir soran olmamıştı. Rahatlıkla boş bulunup “Salhe” diyebilirdim . İki kardeşe konacak, bir birini tamamlayan isimlerdi. Güner, Güler. Demek ki memleketteki ablanın adı da buymuş. İnşallah beni sınamıyordu. Emir konuşmasına devam etti. -“ Evlenip bulunduğun şehirden gitmişsin… Hem de arkanda herhangi bir adres bırakmadan” deyip ekledi.. “ Neden Güner?” Ne deseydim ki? En ufak bir tereddüt, en ufak yanlış bir ifade foyamı ortaya çıkartabilirdi ve buna dayanamazdım. -“Eşim genelde yazlık evler inşa ettiği için, güneydeki şehirlerde kaldık, ikişer üçer sene” dedim. Emir bir süre suskun kaldıktan sonra tekrar sordu. -“Garip karşılamazsan eğer sormadan yapamayacağım.. Bunca sene sonra neden çıkıp geldin?” Nadire hanım duramadı atıldı.. -“Emir, oğlum… Ne biçim bir soru bu?... Sırası mı şimdi?” -“Anneciğim beni yanlış anladınız” dedi Emir. “Sadece gerçekten merak ettim…Baksanıza yaptığı zamanlama da ne kadar yanlış oldu.. Onun adına çok üzüldüğüm için sordum bu soruyu” diye bir açıklama yaptı. Bir tatsızlık çıkacak diye çok korkmuştum. Hemen araya girip söze karıştım. -“Emir’in hakkı var Nadire teyzeciğim. Kırılacağımı düşünmeyin” deyip Onlara kafamda kurduğum hayali hikayemi anlatmaya başladım. “Geç bir evlilik yaptığımı, eşimin çocuğu olmayacağını öğrendiğim için, ondan ayrıldığımı, çünkü çocukları çok sevdiğim için bir bebek sahibi olmak için yanıp tutuştuğumu” söyledim. Nadire hanımın da torun hasretiyle yandığını öğrenmiştim ya… Bu şekilde daha baştan onu sempatisini kazanmayı hedefliyordum. Bu sözler ağzımdan çıkar çıkmaz da, Nadire hanım ile, Semiha’nın göz, göze gelip manalı bir şekilde bakışları gözümden kaçmamıştı. İhtiyarın yarasına parmak basmıştım çünkü. Arada bir durup, “Off” diye iç çektikten sonra, konuşmama devam ettim. -“Son zamanlarda, Güler’i sık, sık rüyamda görür olmaya başlamıştım. Bizim birbirimizden başka kimseniz yoktu. Okumak için İstanbul’a gelme isteğine, büyük şehrin büyüsüne kapılıp bir daha memlekete dönmez diye çok karşı çıkmıştım. Üniversite sınavlarını kazandığında da korktuğum başıma geldi. O okumak için İstanbul’un yolunu tuttu. Ben de kocamın peşinde oradan, oraya dolanıp durdum… Sonrada birbirimizin izimizi kaybettik” dedim. Emir yerinde şöyle bir doğruldu. -“Bunca sene bir hiç yüzünden bir birinizi göremediniz yani?. O okumaya İstanbul’a geldiği için… Öyle mi?” -“Evet… Öyle dedim” Ama bu sorulardan ziyadesiyle rahatsız olmuştum. Belki Güler ablasıyla aralarında geçen başka bir meseleden söz etmiş olabilirdi? Emir’in anlattıklarımdan tatmin olmadığı belliydi. Yine bu durumdan beni Nadire hanım kurtardı. -“Emir oğlum… Bunları konuşmak için daha çok zamanınız olur nasıl olsa.. Bak hepimiz üzüntüden perişan ve yorgunuz.. Hadi artık gidip yatalım” deyip ağa kalktı. Onun annesine ne kadar düşkün olduğu ve saydığı belliydi. -“Peki anneciğim… Siz nasıl isterseniz” deyip o da ayağa kalktı. Semiha “Hadi halacığım gelin ben sizi odanıza çıkarayım” deyip, yerinden kalktı ve Nadire hanımın koluna girdi. -“Hadi Yiğit kalk sende ve iyi geceler de oğlum “ -“Ben de mi yukarı geliyorum anne?” -“Yok oğlum… Sen alttaki küçük odada yatacaksın.. Ben odayı hazır ettim… Hadi hepinize iyi geceler” deyip merdivenlere yöneldiler. Emir ve ben de arkalarından yukarı çıktık. Kalacağım odanın kapısına geldiğimizde Emir, -“Güner… Beni yanlış anlamadığımı umuyorum” dedi. İçimi dağlayan yeşil gözleriyle, gözlerimin içine bakarak konuşmuştu. -“Bunları seni üzmek veya sorgulamak için söylemedim. Sadece ilk kez gördüğüm baldızımı tanımaya ve yıllarca niye ayrı kaldınız onu anlamaya çalışıyordum… Hepsi bu” dedi. -“Uzanıp, elini tuttum. -“Lütfen sıkma canını… Sana asla gücenmedim… Bundan sonra kimseye de küsmeyeceğim zaten… Dersimi fena bir şekilde aldım” dedim. -“Onunla yaptığım bu küçük ten teması bile, içimi alevlendirmeye yetmişti. Bana neler oluyordu böyle çözemiyordum. Daha önce hiç böyle olmamıştım ki? Birbirimize iyi geceler deyip, odalarımıza geçtik. Kocaman çift katlı yatağa uzandığımda, sanki o narin, uzun parmaklı ellerinin sıcaklığını hala avucumda hissediyordum. Bu küçücük dokunuş bile beni ne hale getirmişti. Başımdan bir evlilik geçmesine rağmen, böyle yakıcı duygulardan bir haber oluşuma şaşıp kaldım. Hiçbir şeye değil, şimdi onca yılı boşuna geçirdiğime yanıyordum. * * * Güler’in yedisi okununcaya kadar villaya gelip, gitmeler sürmüştü. Yedisinin okunduğu gecenin ertesi günü Semiha da oğlu ile birlikte artık kendi evine dönmüştü. Emir de işine başladığından kocaman villada Nadire hanım ile baş, başa kalmıştık. Her sabah dışarıdan evin günlük işlerini yapmaya Güllü isimli genç bir kadın geliyordu. O sabah Güllü süt katların temizliğini yapmak için yukarı çıktığında, ben de Nadire hanıma, -“Hadi gelin sizinle karşılıklı birer kahve içelim, hem de biraz dertleşelim.. Ne dersiniz?”dedim. Onun da bu teklif hoşuna gitmişti. -“Tabi ya…Yap da içelim güzel kızım… Biraz aklımız başımıza gelsin” deyip, gülümsedi. Ona çok çabuk kanım kaynamıştı. Yüzüne baktıkça anneannem aklıma geliyordu. Az sonra bahçeye bakan camın önünde oturmuş, kahvelerimizi içiyorduk. Bir haftadır burada kalıyordum. Halimden çok memnundum ve bana kalsa gitmeye hiç niyetim de yoktu, ama en azından gitmek istediğimi dile getirip, bir ağız yoklamak istiyordum. -“Ee.. Nadire teyzeciğim… Kardeşimin yedisini de yaptık. Artık bana da yol göründü “dedim. Elindeki fincanı koltukların arasındaki sehpanın üzerine bırakıp, uzandı ve elimi tuttu. -“Aaa… olur mu? Güner kızım… Katiyetle bırakma“dedi. -“İyi de teyzeciğim… Ben kimseye yük olmak istemiyorum… Hem Emir de burada olmamdan çok memnun görünmüyor” dedim. Bu sözlerim onu daha da çok üzmüştü. Onun kardeşimi ne kadar sevdiğini, şimdi kaybetmiş olmaktan dolayı üzüntüden, böyle davrandığını söyledi. Sonra da, -“Biliyor musun? dün gece Güleri rüyasında görmüş….. Anne gerçek gibiydi ve sanki bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu dedi. Çok etkilenmiş bundan” -“Yaa … Öylemi “ dedim. -“Görüyorsun işte sıkıntılı, ters davranışta falan bulunduysa da sadece bu yüzdendir… Aldırma lütfen” dedi. -“Eh madem ısrar ediyorsunuz… Hatırınız için kalırım bir süre daha” dedim. Bir şekilde bu misafirliği, daha da uzatmanın yolunu, hatta buraya daimi yerleşmenin bir yolunu bulmalıydım. Aksi takdirde, mezarlığa bakan ahşap evimin penceresinde, yolun karşısına geçeceğim günleri beklemekle geçecekti ömrüm. İşte tam o anda beynimde bir şimşek çaktı..Nadire hanımın az önce söylediği sözler de buna yol açmıştı. Emir’in Güleri rüyasında görüp, çok heyecanlanması ve gerçekmiş gibi sanması! Biraz sonra Nadire hanıma dönerek, -“ Teyzeciğim… İzniniz olursa ben biraz dışarı çıkmak istiyorum bugün… Çok bunaldım… Biraz hava alsa iyi olur” dedim. -“İlahi kızım… Benden izin mi alacaksın… Elbette çık biraz hava al.. Gerçekten de iyi gelir bu sana” dedi. *** Villadan çıkar çıkmaz doğruca evimin yolunu tutmuştum. Mahalleye vardığımda, Mihriban’ı pencere önünde oturmuş, top oynayan çocukları seyrederken buldum. Beni görünce yerinde doğrulup pencereye yaslandı. -“Sen nerelerdesin kaç gündür kız… Kapın yine kapı duvar?” dedi. Merak ederlerdi tabi… Yıllardır bir gece bile evimin dışında bir yerde kalmamıştım ki. -“Uzak bir akrabamızı ziyarete gitmiştim..Kadıncağız yatak döşek, hastalandı… Ben de bırakıp gelemedim” dedim. Mihriban beni bırakmaya pek niyetli görünmüyordu. “Hadi gel kız içeri… Acık laflayalım” deyince. -“Yok Mihri , ev havasız kaldı kaç gündür, gidip camı pencereyi bir açayım, ev havalansın” dedim. “ İstersen sen gel” deyip yürüdüm. Hayır der mi hiç? Arkamdan seslendi.. -“Çayı da koy kız.. Birazdan gelirim ben de.” İçeri girer girmez, ilk iş olarak odama çıkıp üzerimdekileri çıkartıp bir kenara koydum. Çiçekli pazen iş elbisemi üzerime geçirip, yukardan aşağı bütün camları açtım. Sonra mutfağa gidip, çayı ateşe koydum. Az sonra damlardı bizimki. Sonra da bahçeye geçip, çiçeklerimi sulamaya koyuldum. Hep yeşil ve çiçekli kalsınlar diye özen gösterdiğim ortancalarım, boyunlarını bükmüşken, sardunyalarım dimdik ayakta duruyorlardı. Hepsinin dibini bolca suladım. Tekrar mutfağa girip soğuk bir su içeyim diye buzdolabını açtım. Buzlanma yapmıştı. Zaten içinde doğru dürüst bir şey de yoktu. Olanları çıkartıp iyice temizledim ve fişini çektim. Mihri de nerde kalmıştı. Şimdiye kadar çoktan koşar gelirdi. Telefon ile aradım. Tam çıkıyordum telefonun ziline döndüm geri… Kapat hadi geliyorum” dedi. Az sonra elinde üstü kağıt peçete ile örtülmüş bir tabakla çıkageldi. -“Çocuklar kaç gündür kek yap anne diye tutturmuştu. Sen geldiğinde ben de pişmesini bekliyordum. Birkaç dilim getirdim… Çayla yeriz” dedi. Çok da iyi olmuştu doğrusu.”Yaşa Mihri…Valla iyi gider çayla” dedim. Bahçeyi de yeni suladığım için bir serinlik olmuştu. Masanın üzerini silip gidip bir tepsiye bardakları ve çaydanlığı da koyup öyle götürdüm. İçeri git, gel yapmaktan kurtulurdum böylece. Üzümlü kek de çok güzel olmuştu. Ben ikinci dilimi bitirirken, Mihriban konuşup durmaktan, elini doğru dürüst çayına bile götürememişti. Bir haftadır neler olup bitmiş hepsini öğrenmiştim sayesinde. Tabi sonra da sıra bana gelmişti. -“Eee. Sen söyle bakalım kimmiş bu akraba? … Kime gidip kaldın öyle günlerce ? Daha önce böyle bir akrabadan hiç bahsetmemiştin” dedi. Haklıydı da, bildiğim tek akrabam beni büyüten anneannemdi. Ama onun fazla deşmesine fırsat vermemek için, -“Duvar kovuğundan çıkmadım herhalde… Elbette benim de akrabalarım var… Sen tanımak zorunda mısın hepsini” dedim. Mihriban biraz şaşkın, biraz mahcup, -“Tabi canım..Orası öyle de. Şimdiye kadar bir geleni gideni görmedik de, o yüzden sordum yani..”dedi. Elimle omzuna bir şaplak attım ve -“Kız Mihri… İnsanın başına ne gelirse ya Meraktan… Yada….! Tövbe, tövbe konuşturma şimdi beni” dedim. Pek bir hoşuna gitti haspanın. Kıkır, kıkır kıkırdadı. Gülüştük, sohbet ettik ve laflar karıştı, konu kapanıp gitti. Mihriban ayaklanmıştı. -“Hadi sen işlerine bak tutmayım daha fazla seni… Yarın görüşürüz nasılsa” dedi. -“Aaa! … Ben sana söylemeyi unuttum Mihri.. Ben kalmayacağım, evi toparlayıp geri gideceğim… Haberin olsun “ dedim. Öyle şaşkın yüzüme bakınca -“Kadıncağız iyileşmedi daha… Bakan kimsesi de yok ondan” dedim. Mihriban durup ”Yaaa.. Eee. Nesi varmış peki” dedi. Mihriban bu deşmeden, anlamadan durur mu? -“Öyle ciddi bir şey değil canım… yaşlılığın verdiği bir takım sıkıntılar işte.. Birkaç gün sonra normale döner nasılsa… Sen bu arada evime göz, kulak olursan sevinirim” dedim. O gittikten sonra etrafı toparlayıp, tüm camları sıkıca kapattım. Fişli olan her şeyi çektim ve gelirken üzerimde ne varsa tekrar giyinip evden çıktım. Rıza’nın dükkanına uğradım, yerinde yoktu ama oğlu vardı. Mal almaya bir yerlere mi gitmiş ne…. Çok da isabet olmuştu. Onun yılık suratını görmeye meraklı değildim zaten. İri bir kavanoz bal ve iki büyük paket pamuk aldım ve ona rastlamayım diye de aceleyle bakkaldan çıkıp yola koyuldum. BEKLENMEYEN MİSAFİR – 7.Bölüm Villaya vardığımda Güllü henüz gitmemişti. Kapıyı o açtı. Nadire hanım ortalıkta görünmüyordu. Nerde olduğunu sordum. “aşağıdaki odada dinleniyor” deyip, kendisinin de işleri bitirdiğin gitmek üzere Güllü ayrıldıktan sonra bende kaldığım odaya çıktım, elimdeki balı ve pamuğu banyo dolabına koydum. Bu banyoya her girdiğimde kendimi küvetin içine atmak istiyordum. Öyle de yaptım. Hemen soyundum suyu açıp girdim içine. Telefona ahizesine benzer bu alet suyu harika fışkırtıyordu. Kendi banyonda kurnadan tasla dökündüğüm anlar aklıma gelince güldüm yine. Suyla yeterince oynaşıp, rahatladıktan sonra küvetten çıkıp kurulandım ve deodorantımı vücudumda şöyle bir gezindirdim. Bavulumdan, mavi diz altı pantolonumu ve üzerine yine lacivert, beyaz çizgili penye tişörtümü giydim. Hafif ama gözlerimi ortaya çıkartan bir makyaj yapıp, saçlarını bu kez at kuyruk yaparak topladım. Yeni yetme bir genç kız gibi olmuştum yine. Bu halimi seviyordum ve Emir’in de dikkatini çekmeyi umuyordum. Aşağı inmeden önce, kulağımı odanın duvarına dayadım. Emir’in ne yaptığını çok merak ediyordum. İçerdeki tıkırtılardan, Emir’in uykusunun kaçtığını ve odada bir aşağı, bir yukarı dolanıp durduğunu anladım. Neye uğradığını şaşırmıştı gariban, uyku mu kalırdı. Eminim şimdi rüya mı gördü? … Bir kabus muydu yaşadıkları onu anlamaya çalışıyordu. Ertesi sabah saat sekiz gibi uyandım. Kalkıp yatağı topladım, elimi yüzümü yıkayıp, kendime şöyle bir çeki düzen verip, aşağı indim. Nadire hanımı bahçeye bakan geniş camın önündeki koltukta oturur buldum. Şaşırmıştım, çünkü ilk defa bu kadar erken aşağı inmişti. Beni görünce gülümsedi. -“Daha erken yavrum… Niye katlın ? “ -“Ee.. Bende size aynı soruyu soracaktım şimdi… Siz niye erken katlınız teyzeciğim?” -“Sorma kızım “ dedi. “Şu nefes darlığından rahat uyuyamıyorum. Korkarım bir gün tık diye gideceğim” Yanına yaklaşıp koltuğun kolçağına oturdum ve bir elimle de omzuna uzandım. -“Aman Allah korusun…İsterseniz ben geceleri gelip sizin odanızda da kalabilirim gidene kadar… En azından ilacınızı falan veririm istediğinizde” -“Ah!.. Canım.. Sen de kardeşin kadar düşünceli ve yufka yüreklisin” deyip dizime vurdu. “İşte Güler de bu yüzden geceleri kriz gelir de duymazlar diye korktuğu için yanımda biri olsun istiyordu. Ama acı son benden önce onu yakaladı..” . Çok duygulanmıştı yine. Yanaklarından iki damla yaş süzülüp pamuk kucağında kavuşturduğu ellerinin üzerine düştü. Uzanıp ellimi, elinin üzerine koydum o devam etti. “ Allahın takdiri bu… Hikmetinden sual olmuyor evladım. Kimin ne zaman nefes vereceğini sadece o biliyor” dedi. Tam o sırada kapının zili çalınmıştı. Nadire hanım, -“Hayırdır inşallah… Bu saatte kim olabilir? “ dedi. “Güllü” dür dedim.. “ Ben kapıyı açmaya giderken, arkamdan seslendi. -“Yok o kapıyı çalmaz, anahtarı var” Bunun üzerine, kapıyı açmadan seslendim. -“Kim O ? “ -“Aç abla benim Güllü” Tahminimde yanılmamıştım. Kapıyı açtım. Güllü biraz mahcup, gülümsedi. -“Kusura bakmayın… Uyandırmadım inşallah… Anahtarımı evde unutmuşum” İçeri geçip, Nadire hanımın hatırı sorduktan sonra, kahvaltıyı hazırlamak üzere mutfağa gitti. Yemek pişirme işini, sofra kurup kaldırmayı da hep Güllü yapıyordu. Masayı hazırlamasına yardım ederken, aklım da Emir’deydi. Hala kalkmamıştı. Nadire hanıma sordum. -“Emir yumurtasını nasıl yer?” -“O çoktan gitti kızım” dedi. Şaşırdım. Onun şimdiye kadar kahvaltı yapmadan gittiğini görmemiştim. Üstelik onun evden ayrılması için oldukça erken sayılırdı. Sormadan duramadım. -“Aa.. Öylemi? Hiç bu kadar erken çıkmazdı değil mi? “ -“Evet… haklısın kızım.. Ama Dün geceyi çok kötü geçirmiş. Bu sabah odama geldi ve içkiyi biraz fazla kaçırdığını ve korkunç kabuslar gördüğünü söyledi.” Dedi. “Ofiste bir şeyler yerim.. Beni merak etmeyin” deyip gitmiş. Gece yaşadıklarını böyle ifade etmiş demek ki. Gördüklerini kabus olarak adlandırmasından, bu işi iyi kıvırdığımı ve onu huzursuz etmeyi başardığımı anlamıştım. *** Emir o gece eve yine bayağı geç ve yine sarhoş bir şekilde geldi. Nadire hanım ve ben çoktan odalarımıza çekilmiştik. O merdivenleri tırmanmaya başladığında, abajurun ışığını söndürüp,heyecan içinde beklemeye başladım. Benim yattığımı sınsın istiyordum. Bu kez odamın önünden geçip gitmişti. Kulağıma gelen ayak seslerinden, bir süre odasının içinde aşağı, yukarı dolaştığını anladım. Daha sonra kısa bir sessizlik olu ve ardından terasa açılan kapının sesini işittim. Her halde biraz temiz hava almak istemişti. Bir süre sonra sesler yeniden kesildi. Yataktan kalkıp usulca pencerenin önüne gittim. Pencereyi açıp onun balkonuna doğru eğildim. Orada yoktu ve ışığı da yanmıyordu. Yatmış olmalıydı. İyice emin olmak için, odanın kapısını usulca açıp koridorda bir iki adım attım. Evet.. Horlama sesinden anlaşıldığı üzere, Emir uykuya geçmişti. Yine sessiz adımlar ile odama geri dönüp doğruca banyoya gittim. Tıpkı bir önceki gece yaptığım gibi, geceliği üzerime geçirdim ve saçlarımı açıp iyice kabarttım. Açıkta kalan tenime bolca bal sürüp yine üzerine parçalar halinde pamukları yapıştırdım. Son olarak gözlerimin etrafını siyah kalemle boyayıp çeneme benleri yerleştirip, odadan usulca çıktım. Parmaklarımın uçunda Emir’in odasına yaklaştım. Kapıyı açtığımda başucundaki aplik hala yanıyordu. Çok kısılmış olduğundan olsa gerek, ışığını fark etmemiştim. Komodinin üzerinde boş bir içki kadehi duruyordu. Küçük bey, dışarıda içtiği yetmemiş gibi, demek ki evde de içmeye devam etmişti. Yatağın ayak ucuna dikildiğimde, bir an apliğin ışığı yüzümü seçmesine neden olur mu? diye bir tereddüt yaşadıysam da, onun bu kafayla her hangi bir ayırım yapmasının mümkün olmayacağına kanaat getirerek seslendim. -“Emiiiiir… Emiiiiiiiiiiiir..” Hayret, bu kez ikinci seslenişimden hemen sonra gözlerini açmıştı. -“Güler… Gülerim… Sen misin? “ -“Evet… Yoksa bekliyor muydun?” -“………..” -“Sana çok kırgınım, çoooook” Rüzgarda vızıldayan bir ses gibi, derinden ve boğuk olmasına gayret ederek konuşuyordum. Emir dirseklerinin üzerinde doğrularak, kendini yatağın başına doğru çekti. Göğsü heyecandan hızla inip, kalkıyordu. -“Neden… Neden Güler?…” Ses tonumu biraz daha yükselterek devam ettim. -“Suuuuuuus…. Konuşma…. Bir de neden diye soruyorsuuuuuuun?” Terlemeye başlamıştı. Elinin tersiyle alnından akan damlaları silerken, ayak ucundan yavaşça yatağın üzerine çıkıp, aynen bir akşam önce yaptığım gibi onun bacaklarının arasına giriş, iki yana doğru açtım. Bacaklarına dokunduğum an, titremesi benim vücuduma bile geçti. Aslında bu haline çok acımıştım. Garibim zaten eşinin acısıyla sıkıntılı günler geçiriyordu. Ben de üstüne tuz, biber ekiyordum. -“Sana Güner ablamı alacaksın demiştim…. Oysa seeeen hiç aldırmadııııın ve en ufak bir harekette bile bulunmadııııııııın” Emir, sürekli gözlerini bir kapatıp, bir açıyordu. Halisünasyon mu görüyor, yoksa rüyada mı? Anlamaya çalışıyordu sanırım. Ağzının içinden mır, mır bir şeyler gevelediğini duyuyordum ama hiçbir şey anlaşılmıyordu. Belki de bir an önce çekip gitmem için dua ediyordu kim bilir? Saçlarımı öne doğru eğip, başımı sağa sola doğru seri bir şekilde sallayıp, tekrar hızlı bir şekilde başımı kaldırıp saçlarımı arkaya attım. -“Eveeeet….. Cevabın nediiiiiir? “ -“Ne cevabı… Güler Sen ne diyorsun?... Ben senin ablanla nasıl evlenebilirim? … Bunu nasıl istersin? Ayaklarımı biraz daha açıp onun ayaklarını biraz daha gererek, ısrar etmeyi sürdürdüm. -“Yaa… Demek öyleeeee… O halde seni razı edene kadar hep geleceğiiiim… Beni bekleeeeee” dedim. Bence bu kadar sıkıntı yeterdi.. Tam üzerinden inmeye yelteniyordum ki, ayağım geceliğin üzerine takıldı ve küt diye Emir’in üzerine yıkıldım. Acele ettiğim için, yumuşak yatakta dengemi tutturamamıştım. Bir anda birbirimize dolanıverdik. Koca adam “Anne… Anneciğiiiim!! “ diye haykırdı. Çok korkmuştu garibim. Üstelik dirseğimin yüzüne çarpmasıyla canı da yanmış olmalıydı. Süratle kendimi onun ellerinden kurtarıp dışarı attım. Odaya vardığımda, kalbim deli gibi çarpıyordu. Bu hiç iyi olmamıştı ve neredeyse kendimi ele veriyordum. Çok geçmeden Emir’in odasından çıktığını ve paldır, kültür merdivenlerden aşağı indiğini duydum. Gecenin yarısı nereye gidiyordu böyle ? *** Banyoya girip aceleyle kendimi temizleyip, yatağıma uzandım. Malum kuşum sadakatle vazifesini yapıyordu. Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki, içimden çıkıp gidecekmiş gibi elimle üzerine bastırıyordum. Bu gece ya sonum olacaktı, ya da daha uzun zaman burada yaşamamın başlangıcı. Tabi ki dileğim ikinci şıktı. Emir’in eşi olabilmeyi, bütün kalbimle diliyor ve istiyordum. Sabah dokuza doğru uyandım. Evde çıt çıkmıyordu. Odada biraz daha oyalanmaya karar verdim. Çünkü Emir ile karşılaşmak istemiyordum. Elimi yüzümü yıkayıp, üzerimi değiştirdim. Elime geçirdiğim bir kitabı okumaya çalıştım. Gözlerim satırlar üzerinde gidip geliyordu, ama hiçbir şey aklımda kalmıyordu. Epey oyalandığıma kanaat getirdikten sonra aşağıya inmeye karar verdim. Ortalıkta kimseler yoktu. Nadire hanımın alt kattaki odasına gidip, kapıyı tıklattım. Ses veren olmadı. Açıp içeri girdim. Yatak toplanmıştı. Çok şaşırdım. Allah.. Allah! … Emir de ortalıkta yoktu. Eee.. peki nerdeydi bu millet ? Tekrar salona dönüp, pencereye yaklaştım. Bir elinde çantası, diğer elinde gazeteler ile Güllü’nün gelmekte olduğunu gördüm. Koşup kapıyı açtım. Beni görünce gülümsedi. -“Günaydın abla… Hayrola, keyifsiz gibisin” dedi. Salona doğru ilerlerken, -“Hanım anne nerde kalkmadı mı daha?” diye sorunca, -“Bilmiyorum Güllü… Bu sorunun cevabını öğrenmeyi ben de isterim doğrusu.. Evde kimse yok.. Sence nereye gitmiş olabilirler ?” dedim. Güllü de şaşırmıştı ancak cevabı o da bilmiyordu. Mutfağa geçip kahvaltı için hazırlık yapmaya başladı. İçim içime sığmıyordu. Nerdeyse meraktan çatlayacaktım. Tam o sırada telefon çaldı. Koşup açtım. Arayan Emir’di. -“Merhaba Güner…”Sesinin tonundan ruh halini kestirememiştim. Bir elim kalbimin üzerinde cevap verdim. -“Merhaba Emir” O ise aynı belirsiz ve sıradan bir ses tonuyla devam etti. -“Bizi merak edeceğinizi düşünerek arıyorum.” Dedi. Sabah giderken, annemi de Semiha’ya bıraktım.” Allah, Allah!... Durup dururken Semiha’ya gitmek de nereden çıkmıştı. Dün bundan hiç bahseden olmamıştı. -“Öylemi ? “ -“Bu gece orada kalacak sanırım… yarın iş dönüşü yine ben gidip alacağım… “ -“Hayırdır… Bir terslik yok inşallah?” -“Yok canım… Ne terslik olacak… Yiğidi falan özlemiş.. Merak etme sen” -“Peki… Tamam o zaman” dedim. Daha lafımı bitirmeden de telefonu kapattı. Ahizeyi yerine koyarken, biraz canım sıkılmıştı. Sanki mideme bir kramp girmişti ve kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Güllü yanıma geldiğinde yüzüme bakıp, -“Hayrola abla… Bir şey mi olmuş… Yüzün sarardı” dedi. -“Yok canım… Hiçbir şey olduğu falan yok… Nadire teyze bugün yeğeninde kalacakmış… Emir merak etmeyelim diye arıyor” dedim. Güllü şaşırmış gibi -“Aaa.. Hiç oraya gidip kaldığını görmemiştim… Semiha hanım hep buraya gelirdi “ deyince, kendimi daha da kötü hissettim. Emir mutlaka bir şeyler sezinlemiş olmalıydı. Belki de benimle yalnız konuşmak istediği için annesini Semiha’ya götürmüş ve bu gece orada kalmasını istemişti kim bilir? Masaya oturdum. Lokmalar adeta boğazımda düğümleniyor ve aşağı zor kayıyordu. Hiçbir şeye değil, yeşil gözlümden ayrılacağıma, onu beklide bir daha hiç göremeyeceğime yanıyordum. Aşk, sevda buymuş demek. Acısı şimdiden içime çökmüştü. Acaba kendisi bu akşam eve gelecek miydi?.. Artık akşam oluncaya kadar saatler geçmek bilmezdi. Üstelik bu gizemli durumun stresi de cabaydı. *** Güllü temizliği bitirip giderken, o günün yemeklerini de hazırlayıp dolaba yerleştirmişti. Akşam yaklaşırken, artık iyice kapıma sığamaz bir haldeydim. Emir geldiğinde nasıl davranmak gerektiğini, bir türlü bilemiyordum. Ancak, akşam oldu, yemek saati geldi geçti o hala ortalıklarda yoktu. Her geçen dakika stresimi arttırıyor ve evin içinde oradan, oraya dolanıp duruyordum ki, kapı zili çalındı. Emir’in anahtarı vardı. Kapıya yanaştım ve seslendim. -“Kim o ? “ -“Aç Güner’ciğim… Benim… Emir” Aaa!... Doğru mu duymuştum? Güner’ciğim… Emir bana ilk kez böyle hitap ediyordu. Çok şaşırmıştım. Nerdeyse kulaklarıma inanamadım. Anında bütün vücudum bir ateş basmıştı. Malum kuşum durur mu? Öyle bir çırpınmaya başlamıştı ki kalbim sanki dilimler halinde doğranıp ağzımdan çıkıp gidecekti. Uzanıp kapıyı açtım. Emir adeta yalpalayarak içeri daldı. O da ne? … Yine körkütük sarhoştu. -“Kusura bakma… Anahtarımı nereye koydum, bir türlü bulamadım..” -“Önemi yok…Aç mısın Emir?... Bir şeyler hazırlamamı ister misin?” -“Yok.. Değilim Güner’ciğim.. Ben arkadaşlarımla dışarıda bir şeyler atıştırdım.” Onun bu samimi tavrı ve konuşmalarından cesaret alarak, -“Sırf yemekle kalmamış, anlaşılan.. İçki de biraz fazla kaçmış gibi” dedim. Elini uzatıp omzumu tuttu ve hafifçe sarsarak, -“Üzgünüm… Uzun boylu sohbet edecek durumda değilim… Hemen yatsam bana gücenmezsin değil mi?” dedi. Akşama kadar boşuna kuruntu etmişim meğer. Emir hiç de hesap sormaya gelmiş gibi görünmüyordu. Yada bana öyle geliyordu. Fakat şimdiye kadar hiç davranmadığı kadar sıcak ve sevecen davranıyordu. İçim biraz olsun rahatlamıştı. -“Elbette gücenmem… Saat zaten epey geç olmuştu.”dedim. Yukarı çıkarken arkasından baktım. Merdiven korkuluklarına düşmekten korkarmış gibi sıkıca yapışmış, basamakları bir o yana, bir bu yana yalpalayarak çıkıyordu. Yok…. Durum hiç korktuğum gibi değildi. Bir “Oooh!” çektim ve Emir’in bahçeye bakan koltuğuna oturup bir süre dışarıyı seyrettikten sonra, ışıkları kapatıp yukarı çıktım. Odama girmeden Emir’in kapısına yaklaştım. Kesik, kesik horlamaları dışarı geliyordu. *** Onu yine ziyaret edecektim. Hemen odama geçip hiç bir ayrıntıyı unutmadan hazırlandım. Dışarı çıkıp, usulca Emir’in odasına süzüldüm. Baş ucundaki aplik, her zamanki gibi kısık bir şekilde yanıyordu. Emir iki baş yastığını üst, üste koymuş yarı oturur bir vaziyette sırt üstü yatmış, uyuyordu. Yatağın ucuna gelip, bir süre onun beni görür görmez aşık eden yüzüne baktım. -“Seni çok sevdim…. Aşık oldum…Keşke başka şartlar altında karşılaşsaydık… Keşke sen de beni, benim gibi sevseydin” diye iç geçirdim. Her zaman yaptığım gibi yatağın ayak kısmından üzerine çıktım ve seslenmeye başladım. -“Emiiiiiiiiiir…….Emirrrrr….” Hiç tepki vermemişti. Seslenmeye devam ettim. -“Şııııııııııııııışşşş… Eeeeemiiiiiiiiiiiiiir…..” Yine uyanmadı. Bu kez dizlerinin üzerine çöküp, onu dürtmek istemiştim ki Emir gözlerini açıp, bir hamlede beni bileğimden yakaladı. -“Anneciğim….” Yok… Bu kez çığlığı basan o değil, bendim.. Neredeyse korkudan bir kabahat edecektim. Yine de yiğitliğe helal getirmeyip oyuna devam etmeye çalıştım. -“Beeen Gü… Güleerrrrrr” Emir bileğimi bırakmadan yerinde doğrulup yatağın ucundaki apliğe uzandı ve ışığı sonuna kadar açtı. -“Güler Ha!....Bunu daha ne kadar sürdüreceğini sanıyordun acaba?.. Beni aptal mı sandın sen? “ Bileğimi öyle şiddetli sıkıyordu ki, kemiklerim tuz, buz olacaktı nerdeyse. Acıyla yalvardım. -“Lütfen Emir… Lütfen dur… Canımı acıtıyorsun” Emir gürledi…. -“Neden? .. Neden canın acısın ki? .. Sen bir ruh değil misin Ha!..? “ Ah!... Salhe Ah!... Gördün mü işte… Bir sıçrarsın çekirge, iki sıçrarsın çekirge üçüncü de böyle faka basarsın misali sen de yakalandın işte… Emir’in dere yeşili gözlerinde şimşekler çakıyordu adeta. Bir bileğimi tutarken diğer eliyle saçlarıma yapıştı ve başımı öne arkaya savurmaya başladı. Neye uğradığı şaşırmıştım. -“Bunu nasıl yaparsın Ha?... Hiç mi utanma, arlanma yok sende?” Diye haykırıyordu. “Ne haddine ha? Ne haddine…..” Demek ki o şirin halleri, sevecen ve sıcak davranışlar bu yüzdenmiş. Hepsi numara ve planının bir parçasıymış.”Ah!.. Salak kafam Ah!...” dedim.. Dünyadaki tek kurnaz sen misin?” Saçlarımı ve bileğimi elinden kurtarmaya çabalıyordum ama nafile. Onun gücüne karşı gelemiyordum. Emir ise hırsını bir türlü yenemiyordu. Başımı kaç kez öne arkaya savurdu bilmiyorum, bununla yetinmeyip yataktan aşağı inde ve beni de hırsla aşağı çekti. Yataktan aşağı bu uçuş bana saatler gibi gelse de, onun ayakları dibine yayılmam saniye bile sürmemişti. Sırt üstü yere yapışmış ve öylece kalakalmıştım. Canım çok yanıyordu. Sanki her bir kemiğim cam gibi kırılmış parçalara ayrılmıştı. O kibar, nazik, o yakışıklı adamın bir panter olacağını, bana böyle saldırıp hırpalayacağını asla düşünemezdim. Gözlerimi sıkı, sıkı yummuş adeta açmaya korkuyordum. Onunla tekrar yüz, yüze gelecek, beni derin sevdalara iten gözlerine bakacak cesaretim yoktu. BEKLENMEYEN MİSAFİR – 8.Bölüm Sırtım, dirseklerim çok ağrıyordu. Gözlerim yumuk bir vaziyette yerde ne kadar kalmıştım bilmiyorum baktım ses, seda kesilmiş. Emir’in ne bağırdığını ne de artık beni tutmadığını da fark edince, yavaşça gözlerimi açtım. Bana tepemden bakan hiç kimse yoktu. Cesaretlenip gözlerimi tamamen açtım ve etrafıma bakındım. Evet… Yalnızdım, odamın kapısı da kapalı duruyordu. Ama ben kapının ne açıldığını, ne de kapandığını duymamıştım. Fırlayıp yerden kalktım. Odanın etrafında oyana, bu yana dolandım ve o anda gerçeği anladım. Ben sadece yataktan aşağı düşmüştüm... Tüm yaşadıklarım, bir kabusmuş meğer. “Şükürler olsun…” dedim… Allah’ım… Saate baktım sabahın altısını gösteriyor. Artık uyumam ne mümkün, yüreğim hop etmişti bir kere. Banyoya geçip yüzümü yıkamak istedim. O da ne?.. Banyonun içi pamuk parçaları ile doluydu. O zaman tamamıyla rüya görmüş değildim. Emir’in odasına gidişim, dengemi kaybedip üzerine yılışım, dirseğimle yüzüne çarpmam, onun merdivenlerden aşağı koşuşturmasını duymam falan bu kabusun bir parçası değildi, gerçekten yaşanmıştı. Aceleyle temizlenip yatağa koşturayım derken etrafa döktüğüm pamukları toplayıp, tuvaletin içine attım ve sifonu çektim. “Off Allah’ım.. Off! … Ben ne zaman doğru dürüst bir insan olacağım yaaaaa…”diye inledim.. Ne zaman bir son bulacak bu entrikalar… Yardım et bana ne olur!..” Yatağıma yeniden uzandığımda acı içindeydim. Ama bu acı beynimde değil yüreğimdeydi artık. Yok… Bu böyle devam edemezdi. En iyisi işin suyunu çıkartmadan buradan çekip gitmeliydim. Zaten kendi evimi de her şeye rağmen çok özlemiştim. Orası benim kendi imparatorluğumdu. Kimseye hesap vermeden yaşadığım, nice hatıraları paylaştığım yerdi. Orası benim yuvamdı… Başımı huzurla yastığa dayamak, yarın neyle karşılaşacağım endişesi ile yaşamak istemiyordum ardık. Nadire hanım geldiğinde yanına gidecek, onun pamuk ellerini öpecek ve artık evime gitmek istediğimi söyleyip iznini isteyecektim. *** Öğleden sonra nadire hanım Semiha ile birlikte bir taksiyle eve dönmüştü. Kendisini kapıda karşıladım. Sarılıp öpüştük. “Solgun görünüyorsun Güner… İyi misin yavrum ?” dedi. Sadece gece iyi uyuyamadığımı ve kabuslar gördüğümü söyledim. O da yüzünde garip bir ifadeyle yüzüme baktı ve derin bir iç çekti. Onun da bir sıkıntısı olduğu belliydi. Kendisini hiç böyle moralsiz görmemiştim. -“Hayırdır teyzeciğim… Ben de sizi pek bir hüzünlü gördüm.” -“Gel… yavrum, gel… Oturup biraz dertleşelim seninle” dedi. Semiha Yiğit’in okulunda aile birliği toplantısı olduğunu söyleyip kalamayacağını söyledi. O ayrıldıktan sonra bizde bahçeye bakan koltuklara yan yana oturduk. Güllü kahve getirmek istemişti. Ama ikimiz de bunu istemedik ve ben hemen söze girdim. -“Hayırdır teyzeciğim… Meraklandırdınız beni..” -“Ah!.. yavrum olanları bir bilsen, sende bana hak verirdin” İyice meraklanmıştım. Söyleyeceklerinin dün geceyle bir ilgisi olabilir miydi acaba? -“Lütfen devam edin teyzeciğim… İyice meraklandım şimdi” Elimi tuttu ve sükûnet içinde beni dinlemeni ve sözümü kesmemeni rica ediyorum dedi. “Hadi, teyzem… Hadi başla.. heyecandan ölüyorum” diye iç geçirdim. Koltukta dikilip onun gözlerinin içine bakarak, -“Tabi..Anlatın teyzeciğim sizi dinliyorum” dedim. Nadire hanım, Emir’in bu sabah erkenden telaş içinde Semiha’ların evine geldiğini birkaç gecedir Güler’in ruhunun onu ziyarete geldiğini onu huzursuz ettiğini söyledi… . -“Yaa…. Oda kabuslar görüyor demek ki..” -“Yok.. Yok yavrum.. Kabus falan değilmiş… O öyle diyor….. Anne kesinlikle onun ruhu beni ziyaret ediyor.. Beni bundan kurtarın diyor… İşin kötüsü de ….. Merakla atıldım. -“Eee.. Neymiş… İşin kötüsü? “ -“………….” Nadire hanım ne söylesin bilemiyordu. Derin bir iç geçirdi, yutkundu ve -“En kötüsü de yavrum… Güler ona baskı yapıyormuş? -“Ay daraldım… Ne baskısı teyzeciğim? “ Nadire hanım elimi sıktı ve sıkıntıyla başını sağa, sola sallayarak, -“Daha bu kadar lafla daraldın.. Benim yavrum ne yapsın A..Kızım” deyip, -“Bu kısmı söylemek bana da çok zor geliyor fakat” deyip yutkunduktan sonra, baklayı ağzından çıkarttı. “ Seninle evlenmesini istiyormuş!.. Alacaksın ablamı diye tutturmuş..” dedi. Nadire hanımın avuçlarından elimi kurtarıp ayağa fırladım. Söz de büyük bir tepki verdiğimi göstermek gerekiyordu. Duyduklarıma inanamamış gibi ellerimle kulaklarımı kapattım. -“Neeee…. Tövbe, tövbe… Bu da neyin nesi… Nasıl olur böyle bir şey? “ Nadire hanım göz ucuyla şöyle bir baktım. Bir eliyle dizini döverken, diğer eliyle de ağzını kapatmış ve iki yana sallanıyordu. Ne kadar sıkıntı içinde olduğunu anlamak hiç de zor değildi. -“Dur yavrum, dur… Telaşlanma lütfen.. Hadi gel, gel otur yerine lütfen” Denileni yaptım ve oturdum. Şaşırmış gibi yüzüne bakıyordum. Nadire hanım, kaldığı yerden konuşmasına devam etti. -“Çok haklısın bu tepkiyi vermekte.. Biz de çok şaşırdık ve üzüldük.. Oğlum perişan.. Hacı mı, hoca mı bulursunuz artık.. Halledin şu işi, kurtarın beni bundan” diyor. Dahası da… -“Ay! Dahası da mı var ? “ -“Var ya!... Vaaar… Emir sana bu teklifi yapmaz ise, Güler’in ruhu her gece gelmeye de devam edecekmiş.. Yavrumun dün gece sıkıntıdan burnu kanamış, şişmiş. Üstelik bunu da Güler’in yaptığını sanıyor.. O derece kormuş yani” Anlaşılan Emir benden hiç kuşkulanmıyor ve gerçekten de eşinin ruhunun onu ziyaret ettiğine inanıyordu. Buna sevinmeli miydim bilmiyorum? Oturduğum yerden kalktım. Bir elim belimde, bir elim çenemde hiç konuşmadan, odanın içinde bir o yana, bir bu yana dolandım. Nadire hanımdan ses çıkmıyor beni izliyordu. Benim kafamda ise kırk tilki cirit atıyordu. Birden durup Nadire hanımın önünde diz çöktüm. Uzanıp pamuk ellerini tutarak, -“Teyzeciğim.. Siz namaz kılan, ağzı dualı bir insansınız..İnançlısınız.. Acaba…. Kardeşimin arkasından yanlış ve eksik bir şeyler mi yaptık ? …. O yüzden kabrinde rahat olmayabilir mi acaba?” dedim. Yaşlı kadın buna biraz alınmış gibi oldu ve üzüntüyle. -“Ah!.. Hiç olur mu kızım?... Hiçbir şeyi eksik bırakmadık…. Sen de buradaydın, şahitsin… Her türlü dualarımızı yaptık, artından gönderdik… Bağışlarımızı fazlasıyla yaptık. “ dedi. Garibim nasılda suçlanır gibi olmuştu. Onu üzdüğüme üzülmüştüm.Ellerini birkaç kez sevgiyle sıktım. -“Biliyorum..Biliyorum teyzeciğim… Ne bileyim, aklımca bir sebep arıyorum işte… Emir adına da çok üzüldüm. İnşallah okuduğunuz dualar onu rahatlatır” dedim. Nadire hanım elini saçlarıma götürüp bir ana şefkatiyle sıvazladı. -“İnşallah yavrum… İnşallah “ -“Teyzeciğim şimdi sizde beni hiç sözümü kesmeden dinleyin olur mu? “ Elleri hala ellerimdeydi. Merakla yüzüme bakıyordu. -“………..” -“Sizi ve kardeşimin bu mükemmel ailesini tanımaktan çok mutlu oldum. Bugüne kadar bana göstermiş olduğunuz misafirperverliğe, ilgi ve alaya çok teşekkür ediyorum….. Ancak izin verirseniz artık bende evime dönmek istiyorum” dedim. Bu sözlerimle onun boncuk, gözlerindeki buğulanma gözümden kaçmadı. -“Ama neden Güner.. Bak işte, sen de yalnızsın, ben de… Gördüğün gibi kocaman bir e burası… Hepimize yeter” -“Hani konuşmayacak, dinleyecektiniz?” -“……….” Derin bir iç çekip kafasını sağa, sola salladı. Bana yaptığı teklifi içten söylediğine inanıyordum. Ancak yaptıklarımdan dolayı elim, kolum bağlanmıştı. İlk kez dalavere ile bir şeyleri elde etmek istemiyordum. Gerçekten aşık olmuştum ve delice sevdiğim bu erkeğe artık zarar vermek istemiyordum. Zaten ben kimdim ki? Onun gibi bir erkeğe sahip olacaktım. Boşa kürek çekmenin, hayallere dalmanın alemi yoktu. Yok doğruyu söyleyip, kim olduğumu anlatsam, bu kez de onlar beni istemezdi. Ben de olsam istemezdim doğrusu..Çaresiz çıkıp gidecektim bu evden. *** Nadire hanım, ne kadar ısrar ettiyse de beni kararımdan döndürememişti. Bavulumu toplamak üzere yukarı çıktığımda, bu zevkle döşenmiş odanın her köşesine son bir kez hayranlıkla baktım. Kısa süre için de olsa kendimi burada bir hanımefendi gibi hissetmiş, mutlu olmuş ve hoş duygular yaşamıştım. Bunları asla unutmayacaktım. Bavulumu yatağın üzerine koydum. Gözlerimden yaşlar sel gibi boşalıyordu. Bende talih olsa, daha doğarken anacığımı yitirmez, böyle büyük bir sevgiden, şefkatinden, yoksun kalmazdım. Bir çok insan, sahip olduklarına doğal bir gerçekmiş gibi bakarken, ben onları elde etmek için hep mücadele vermek zorunda kalmış, çoğu zaman ne riskleri göze almak zorunda kalmıştım. Artık kırkına merdiven dayamış bir kişi olarak, mücadele etmekten, sonu karanlık maceralara atılmaktan usanmıştım. Kendimi bir yılkı atı gibi yaşlı ve yorgun hissediyordum. İki parça eşyamı toplamak çok sürmemişti. Bavulumun kapağını kapatıyordum ki, kapı açıldı ve Emir eşikte belirdi. Boş bulunduğum için irkilmiştim. İlk defa kaldığım odadan içeri giriyordu. Elimle bağrımı tutarak heyecanımı bastırmaya çalışırken, -“Kapıyı çaldığını fark etmedim, beni korkuttun” dedim. Burnundaki şişlik ve hafif morarma gözümden kaçmamıştı. İçim gitti üzüldüm öyle görünce. Ama elbette ki sormayacaktım. Hem ne olduğunu zaten biliyordum. Hem de onu nasıl açıklayacağı konusunda zor durumda bırakmayı istememiştim. Uzun bacaklarıyla, iki adımda yatağın yanına varıp üzerine oturdu. Bu tavrı bende şaşkınlık yaratmıştı. -“Affedersin Güner….Telaşla kapıyı çalmayı da unuttum… Seni korkutmak istememiştim.” -“Anlayamadım… Ne telaşı? Gözyaşlarımı fark etmekte gecikmemişti. -“Güner… Sen ağlıyorsun” -“................! Cevap veremedim…..Tekrar bavulun içindekileri düzeltmeye verdim kendimi. -“Az önce annemle konuştuk” dedi… İstediğin buysa, seni kararından döndürmek istemem, ama annem çok üzülüyor buna bilesin” Belki de, kendisi seviniyordu kim bilir? -“Biliyorum… Ancak benim de bir evim var” dedim. İstemeden sesim biraz sert çıkmıştı. Emir birden, -“Ya sahi… Nerede yaşıyorsun sen? …. Kendi dertlerimiz yüzünden bundan bahsetmeye hiç fırsatımız olmadı” demez mi? Kafama sanki balyoz indirmiş gibi oldum. Eyvah… Bununla ilgili bir hiyaye hazırlamayı unutmuştum. Emir konuşmasını sürdürüp, “Aniden gelişen olaylar yüzünden, kendisini doğru ifade edememiş olabileceğini, bana karşı asla olumsuz bir düşünce taşımadığını, artık birbirimizi daha yakından tanımamızın zamanı geldiğini “ falan söyledi. Korkarım en başa dönecektik. Dönelim, dönmesine de… Hangi şehirden geliyordum ben?.. Nerede oturuyordum..? Kendi yarattığım bu uydurma dünyadan vazgeçmeye karar verdiğim için, beynim de durmuş fikir üretemiyordum bir türlü. “Ah!... Keşke… O eve gelmeden önce şuradan çıkıp gitmeyi başarabilmiş olsaydım….” Diye kıvranırken Emir, -“Bak Güner, istersen hafta sonuna kadar kal… Bugün Perşembe ve ben de bir iki gün kendime izin verip, işe gitmeyeceğim. Seninle biraz dışarı çıkalım, konuşalım, dertleşelim… Ne dersin ?” dedi. Çok düşünmeden “Peki … Olur” dedim. Böylelikle evim, yaşadığım yer hakkında mantıklı bir hikaye uydurmak için zaman kazanmış olacaktım. -“Çok sevindim…. Hadi bavulu bir kenara bırak da, aşağı gel.. Güllü sofrayı hazırlamıştır, yemeğimizi yiyelim” Emir odadan çıkar, çıkmaz yatağın üzerine adeta düşer gibi çöktüm. Ne olacaktı şimdi? Sevineyim mi?..... Üzüleyim mi?... Bilemiyordum. Verdiğim bütün kararlar altüst olmuştu. Gideceğim diye diretmeli mi, yoksa Emir hazır istediğim kıvama gelmişken, biraz daha kalıp baldız rolünü sürdürmeli miydim acaba? *** Bir iki gün daha kalmamın ne zararı olacaktı ki. Üstelik dere gözlüm ile birlikte geçireceğim her saniye benim için çok önemliydi. Bavula yerleştirdiğim siyah eteğimi ve yarım kollu yeşil keten bluzumu çıkartıp giyindim. Aynanın karşısına geçip, hafif bir makyaj yapıp, saçlarımı özenle at kuyruğu şeklinde topladım. Emir ilk kez bana çok yakın, çok sevecen davranmıştı. Buna sevinmem, mutlu olmam gerekirken, içine garip bir sıkıntı çökmüştü. Bir türlü anlam veremediğim bu duyguyla salona indim. Güllü sofrayı çoktan hazır etmiş ve gitmişti. Ana oğul da, bahçeye bakan koltuklarda oturmuş sohbet ederken buldum. Emir geldiğimi görünce, -“Hadi anneciğim, sofraya geçelim” deyip, ihtiyarın yerinden kalkmasına yardım edip koluna girdi. Birbirlerine olan sevgileri, saygıları her hallerinden belli oluyordu. Nadire hanım, -“Güner’ciğim… Emir’in seni ikna etmesine çok sevindim..”dedi. Sanki temelli kalacakmışım gibi konuşmuştu. Gülümsemekle yetindim. Onlar masaya doğru gelirken, ben de Nadire hanımın sandalyesini çekip hazır ettim. *** Yemek sakin ve huzurlu bir havada yenmişti. Nadire hanım mutlu bir edayla, -“Ne güzel değil mi çocuklar?.. Kaç gündür birlikte sofraya oturamamıştık… Kendimi tıpkı eski günlerimizdeki gibi hissettirdiniz bana” dedi. Emir ile göz, göze geldik… İhtiyarın bir çocuk gibi sevinmesi, oğlunu da mutlu etmişti. Bir şey demeden, ikimizde belli belirsiz gülümsemekle yetindik. Bense kendimi inanılmaz huzursuz hissediyor, beynimdeki olumsuz düşünceler ile gizli bir mücadele ediyordum. İki gün daha kalmak neyi değiştirecekti ki sanki? Hazır gitmeye karar vermişken, ne diye tekrar kalmayı kabul etmiştim ki? Kendime kızıyor, içimden isyan ediyordum Ancak, Emir’in tavrına, şu yumuşamış hallerine bakınca da tereddütte kalıyordum. Annesine üzülmesini hiç istemiyordu. Üstüne üstlük… Güler’in gece ziyaretleri de olunca İster istemez tavrı değişmişti garibin. Acaba kafasından neler geçiriyordu ve nasıl planları vardı? “Offff… Of” deyi verdim birden. İç geçiriyorum sanırken, sesli düşünmüştüm istemeden. Ana oğul şaşkınlıkla yüzüme baka kaldılar. -“Güneeer… Ne oldu? “ -“Bilmiyorum Emir… Bazen sanki içim daralıyor, boğuluyor gibi oluyorum” dedim. Üstelemediler.Dertli oluşuma verdiler sanırım. Yemekten sonra yanlarında çok kalmak istemeyişime de itiraz etmediler. İyi geçeler dileyip yukarı çıktım. Bu gece operasyon falan olmayacaktı. Dere gözlümü rahat bırakacaktım. *** Ertesi gün kahvaltıda Emir havanın çok güzel olduğunu ve öyle yemeği için beni dışarı çıkartmak istediğini söyleyip, -“Ne dersin Güner? Diye sordu. Ben daha ağzımı açıp, fikrimi söylemeden Nadire hanım atıldı. -“Tabi, tabi…. Çok iyi olur evladım.. Gidin ya” Emir’le göz, göze gelip birbirimize gülümsedik. Emir, -“Anneciğim…. İsterseniz bırakın da buna Güner karar versin” dedi. Yaşlı kadın sanki suçlanmış gibi olmuştu. -“Oğlum… Kaç gündür o da benimle eve kapanım kaldı… Çıkıp hava almasının iyi olacağını düşündüğüm için heyecanlandım birden” dedi. Ne tatlı, ne sevecen bir hali vardı. Boynuna atlayıp onu kucaklamamak, tombul yanaklarını mıncıklamamak için kendimi zor tuttum. -“Emir,.. Lütfen üzme teyzeciğimi… Maddem o da istiyor.. Çıkarız tabi” dedim. Bunu herkesten çok isteyen esas bendim. Böyle bir fırsatı zaten kaçırmak istemezdim. Ertesi sabah kahvaltıda, ikimizin de ağzını bıçak açmıyordu ve adeta birbirimize bakmaya korkuyorduk. Güllü çayları doldururken Nadire hanım, -“Hayrola çocuklar… Ne bu suratlar böyle?” diye sordu. Emir, -“Geç yattık anneciğim…. Herhalde uykumu alamadım ondan” diye cevapladı. İhtiyar tatmin olmamıştı. Bu kez bana dönüp, -“Eee… dedi... Peki sen niye durgunsun güzel kızım” Ertesi sabah kahvaltıda, ikimizin de ağzını bıçak açmıyordu ve adeta birbirimize bakmaya korkuyorduk. Güllü çayları doldururken Nadire hanım, -“Hayrola çocuklar… Ne bu suratlar böyle?” diye sordu. Emir, -“Geç yattık anneciğim…. Herhalde uykumu alamadım ondan” diye cevapladı. İhtiyar tatmin olmamıştı. Bu kez bana dönüp, -“Eee… dedi, peki sen niye durgunsun güzel kızım” Benim cevabımda aynı olmuştu. Zeki bir kadındı. İnanmış göründü. Meselenin bu kadar basit olmadığını elbette ki anlamıştı, ama üstelemedi. Kahvaltıdan hemen sonra, Emir işe gideceğini söyleyip evden ayrıldı. Halbuki daha önce birkaç gün işe gitmeyeceğini söylemişti. Böyle sessiz sakin bir iki gün daha . Emir bu zaman içinde hep erken gidip, geç geldi ve doğru dürüst birbirimizle konuşacak bir zamanımız olmadı. Belli ki o da olanlardan son derece pişmen ve mahcuptu. Benimle karşılaşmamama özen gösteriyordu. Ben de onun bu tavırlarına dayanamıyordum. Bir sabah kahvaltıdan sonra Nadire hanıma birkaç gün evime gitmek istediğimi, komşularımın da beni merak etmiş olabileceğini söyledim. Bunu kesin bir dille ifade ettiğim için çaresiz kabul etti. Odamı toparlayıp, giysilerimi bavula koydum. Gülerin çekmecesinden ödünç aldığım birkaç geceliği yıkamış, ütülemiş ve hazır etmiştim. Yerine koymak için fırsat kolluyordum. Makine sesinden güllünün halıları süpürdüğünü anlayınca doğruca Emir’in odasına gidip onları etajerden aldığım çekmeceye yerleştirdim. Odadan çıkmadan önce, Emir’in yatağına son bir kez baktım. Birkaç gece önce yaşadığım anlar aklıma gelince, yeniden baştan aşağı titredim. Kısa da olsa yaşadığım anlar, bir ömre bedeldi benim için. Onu bırakıp gitmek zor olacaktı. Kapıyı usulca kapatıp çıktım. Elimde bavulum merdivenlere doğru geldiğimde, telefonun çaldığını duydum. Güllü yetişip cevapladı. İfadesinden arayanın, Emir olduğunu anlamıştım. Kulağım Nadire hanımın konuşmalarında yavaş, yavaş aşağıya indim ve bavulumu dış kapıya uzanan koridora bırakıp içeri girdiğimde, Nadire hanım hala konuşuyordu. -“Tabi, tabi… Tamam oğlum” gibi bir şeyler söyledikten sonra, “Güner gidiyor oğlum” dedi. Herhalde annesinin yalnız kalmasını istemiyordu. Ne sorduysa, Nadire hanım, -“Yok… Sen hiç merak etme… Semiha gelecek birkaç gün” dedi. Sonrada -“Ha..Geldi Bak veriyorum oğlum” deyip telefonu bana uzattı. -“Evladım… Emir seninle konuşmak istiyor” Yüzüme ateş basmıştı. Bir elim çarpan kalbimin üzerinde, telefonu Nadire hanımın elinden alıp, koridora doğru ilerledim. Hemen cevap verememiştim. Çünkü ne diyeceğimi bilemiyordum. Bu arada Emir ahizenin diğer ucundan “Alo..Alooo” diye sesleniyordu. Heyecanımı anlamasından korkarak, -“Efendim” diyebildim dedim.. Ben kedimi tutabilmiştim, ama Emir”in sesindeki heyecan, açıkça belli oluyordu. -“Güner… Nereye gidiyorsun?” -“Evime elbette ki! Ne durumda olduğuna bakmam gerek” Kısa bir sessizlik ardından Emir, -“Bunu daha sonra yapsan olabilir mi?... Çünkü seninle konuşmak istiyordum” dedi. Allah, Allah…. Ne olabilirdi ki konuşacağı? … Ama ne olursa olsun, artık birkaç gün buradan gitmek ve biraz kendimi dinlemek istiyordum. -“Kendimi iyi hissetmiyorum… yalnız kalmaya ihtiyacım var” dedim. Yine kısa bir sessizliğin ardından, -“Peki Güner… Madem öyle istiyorsun git… Ama seni aramak istersek nasıl ulaşacağız? “ dedi. Merak etme… Az sonra Semiha gelecek, ben ona telefon numaramı bırakırım” dedim. Eminim söylemek istediği çok şey vardı, ama beceremiyordu. Ya iyi bir karar verdiğimi düşünüyordu, ya da …. Bunu hayal bile etmeye korkuyordum doğrusu.. -“Güler… Orada mısın?” -“E..Evet.. Tabi” -“Sana şimdilik güle, güle diyorum o zaman… Bizi merakta bırakma tamam mı? Deyip telefonu kapattı. Konuşma bitmiş olmasına rağmen, telefonu sıkıca tutmaya devam ediyordum. Onun sıcaklığı tellerden avuçlarıma kadar ulaşmış gibiydi ve bırakırsam kaybolup gidecekti sanki. Arkamı dönünce, Nadire hanımın soran bakışlarıyla karşılaşıp, gülümsedim ve gidip telefonu yerine bıraktım. Çalın kapı zili bir açıklama yapmaktan kurtarmıştı beni. Güllü’yü beklemeden koşup açtım. Gelen Semiha idi. Ben yukarıda hazırlanırken, Nadire hanım onu arayıp, gideceğimden bahsetmiş, O da evi yakın olduğu için kısa sürede gelmişti. Üzerine giydiği kısa kollu ve minik çiçeklerle bezeli elbise çok yakışmıştı. Birlikte bir süre sohbet ettikten sonra, izin isteyip yanlarından ayrıldım. Yola koyulduğumda, telefon numaramı bırakmadığım aklıma geldi. Ama geri dönmeye üşendim. Nasıl olsa bende onların numarası vardı, bir araya evden arar verirdim. *** Mahalleye vardığımda öğlen ezanı okunuyordu. Paket taşlarıyla döşenmiş sokağımızda yürürken, mezarlığa bakan evimi, mahallemi ne kadar çok özlediği fark ettim. Benim için iki üç haftalık ayrılık, çok uzun bir zamandı. Çünkü daha önce buralardan hiç gitmemiştim ki! İki katlı ahşap evimin kapısına geldiğimde tarifsiz bir sevinç içindeydim. Sanki yabancı bir ülkeden dönmüş gibi etrafıma uzun, uzun baktıktan sonra, kapıyı açıp içeri girdim. Mütevazı evim çok havasız kalmıştı. Hemen bütün camları açıp, temiz havanın içeri girmesine izin verdim. Daha sonra her zaman yaptığım gibi mutfağa geçip ilk iş ocağa çay suyu koydum. Evden gitmeden tedbir olsun diye tüm fişleri yeniden yerlerine taktım. Çayı ateşe koyunca karnımın da acıktığını fark ettim. Ama dolap, terek bomboştu. Hemen telefona sarılıp Mihriban’ı aradım. Buraya çağıracak ve gelirken de fırından simit almasını isteyecektim. Ancak telefona cevap veren olmamıştı. Dedikoducu Mihri kim bilir nereye gitmişti? Evlerinde girerken çocuklar top oynuyordu. İçlerinden birini gönderebilirim diye pencereye çıktım. Baktım İrfan da orada top koşturuyor, seslendim ve hemen topu bırakıp pencerenin altına koştu. -“Aaa.. Salhe abla… Sen ne zaman geldin.. Çok özledim seni” dedi. -Az önce geldim.. Sen oynuyordun fark etmedin” dedim. Gözlerinin içi gülüyordu bana bakarken.. Beni çok severdi kerata. Annesinin nerde olduğunu sorunca ”Altın gününe gitti” dedi. Bizim mahallede böyle bir adet de vardı. Ayda bir toplanır, bir kişiye altın verirler, hem de bolca dedikodu yapıp rahatlarlardı. Neyse… İrfan ricamı kırmayıp fırına gitmeyi kabul etti. Pencereden parayı aşağı atarken, bakkal dan da bir kalıp peynir alırsın dedim. O yolu tutmuş koştururken, arkadaşları arkasından bağırıyordu. -“Nereye gidiyorsun oğlum… Gelseneeeeeee” İrfan hızını almış ve yolu çoktan yarılamıştı bile.. Az sonra elinde torba koşarak nefes, nefese geri geldi. Ter içinde kalmıştı. -“Ne koşturdun bu kadar A..Oğlum” dedim. Yüzünde bir sırıtma, -“Az önce çıkmışlar fırından… Soğumasın diye” dedi. Torbayı elinden alıp, yanağına bir öpücük kondurdum. Torbadan bir simit alıp ona uzattım ve “Al bu da senin payın..” dedim. Kibar çocuktu. Teşekkür etti ve nazlanmadan aldı. Aslında gel içeri bir bardak da çay iç diyecektim, ama vazgeçtim. Bizim mahallelinin sağı, solu hiç belli olmazdı. Durup dururken ileri geri konuşmalarına sebep olup, canımı sıkmak istemedim. *** Minik bahçem susuzluktan kurumuş bir haldeydi. Derhal çiçeklerimi bola sulayıp, sararan yaprakları temizledim. Etrafı bir güzel ıslatıp süpürünce ”Oh!.” Bahçe biraz olsun kendine gelmiş oldu. Tepsiye çayımı, nevalemi alıp oturma odasının penceresi önündeki sedire kuruldum. Kendi ellerimle demlediğim çayı içmenin zevki de bir başkaydı doğrusu. Çaydan sonra üzerime bir rehavet çökmüştü. Yukarı çıkmaya üşendim ve hemen oracıkta sedirde uzandım. Bir iki saatlik bir dinlenme çok iyi gelmişti. Bayağı zinde ve dinlenmiş vaziyette ayaklandım. Her şeye rağmen evde olmak güzeldi. İyi de, evde ağza atacak bir lokma yoktu yine. Alış veriş etmem şart olmuştu. Güneş henüz çekilmişti ve akşam serinliği başlamıştı. Dışarı çıkmak için ideal bir andı. Üzerime bir pantolon ve penye bluz geçirip evden çıktım. Mihriban’ın kapısının önüne gelince, ziline bastım. İçerden hemen otomata basıldı. Ben tekrar zili çaldım.. Bu kez Mihri kızgın bir ifade ile bağırdı. -“Kim Ooooooo…? “ -“Ne bağırıyorsun öyle… Üstelik kim o demeden, niye açıyorsun kapını?” Mihri sesimi hemen almıştı. Heyecanla bir şekilde pencerede göründü. -“Ay kız, sen ne zaman geldin?.. Pes yani… Ne uzun bir akraba ziyaretiymiş bu böyle? “ -“Allah, Allah… Ne O.. Çok mu merak ettin, yoksa çok mu özledin ha? “ -“E.. Aşk olsun sana. Elbette, hem merak ettim, hem de özledim.. İnsan en azından bir alo derdi” -“Haklısın Mihri’ciğim.. Akrabamız çok hastaydı inan.. Zor günler geçirdik.. Aramak falan hiç aklıma gelmedi..” dedim.. Baktım daha dursam Mihriban’ın sorularının arkası kesilmeyecek, evin tamtakır olduğunu ve bir şeyler almak için çıktığımı söyleyince, -“E gel anacığım… Birlikte yiyelim bu akşam… Bir sürü şey pişirdim.. Çok sevinirim vallahi ”dedi. Bu daveti içten yaptığını biliyordum. Ama Ahmet ağabey işten yorgun gelecekti. Adamcağız, soyunup rahatlamak etmek isterdi. Şimdi ne gerekti aniden misafir olmaya. -“Sağ ol Mihri’ciğim… ama gece, gece olmaz.. Ahmet ağabeyi rahatsız etmeyim şimdi…”dedim.. Hem gerçekten alışveriş etmem şart… Yarın görüşürüz seninle olur mu ?” *** Ana caddeye varır varmaz ilk önce bankaya uğrayıp, hesabıma bir göz attım. Hala beni bir süre idare edecek kadar param vardı. Bankamatikten bir miktar para çekip, doğruca markete gittim. Onu, bunu da alayım derken elimde bir iki torba olmuştu. Dışarı çıktığımda, torbaları taşımaya zorlanınca, her zaman yaptığım gibi gereğinden çok şey aldığım için kendime kızdım. Hava iyice kararmıştı. Sokağın başına yaklaşırken on on beş yaşlarında bir oğlun yanıma yaklaşım, -Abla yardım edeyim torbalarınızı taşımaya… Ağıra benziyorlar” dedi. Mahallemizin çocuklarından, bu tip yardımlara alışık olduğumdan teklifi yadırgamadım. Çocuğu pek tanıyamamış olmama rağmen, -“Sağol delikanlı… Sevinirim” deyip, torbaların bir ikisini ona uzattım. Benim elimde hafif olduğu için yumurtaların kartonu kalmıştı. Birlikte birkaç adım atmıştık ki, yanımıza bir araba yanaşıp durdu. Bir adres soruyorlardı. Uzattıkları kağıdı alıp neresi olduğuna bakıyordum ki, arabanın içindeki genç uzanıp, kodluğumun altında duran çantayı hızla çekti. Ne olduğumu anlayamamıştım. Yanımdaki gençten yardım almak için döndüğümde onunda arabanın arka kapısından binmeye çalıştığını gördüm. Bir dolandırıcılık şebekesiyle karşı karşıya kalmıştım anlaşılan. Yumurta kartonunu atıp, çantamın diğer ucuna yapıştım. Ama oğlan var gücüyle beni geri iterek arkadaşına bağırdı. -“Lan bas gaza.. Baz gaza hadiiiiiii” Araba bir ok gibi fırlayınca ben yere düştüm ve sürüklenmemek için çantayı bırakmak zorunda kaldım. Aksi takdirde arabanın altına düşmekten kurtulamazdım. Kendimi toparlayıp, kalkıncaya kadar araba gözden kaybolup gitmişti. Ne çantamı kurtarmayı başarabilmiş, ne de plaka numarasını alabilmiştim. Sadece metalik gri bir araba olduğunu biliyordum, hepsi bu. *** Dirseklerim ve dizlerim yere vurmamın etkisiyle sıyrılmıştı ve çok canım yanıyordu. Karşı kaldırımda yürüyen yaşlı bir karı koca, olaya şahit olmuştu. Telaş, içinde, caddeyi geçerek bana yardıma koştular. Sızlayan dirseklerimi tutunca, elime kan bulaşmıştı. Hiç kana bakamazdım.. Birden çok fena oldum ve gözlerim karardı. İhtiyarlar bayılmak üzere olduğumu anlamışlardı. Kadın hemen çantasından küçük bir kolonya şişesi çıkartıp, elime yüzüme serpti. -“Geçmiş olsun evladım… Hay elleri kırılasıcalar… Teksas oldu buralar, Teksas…” -“Neymiş..? Ne olmuş..?” Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimi hemen karakola gitmeli, kimi polis çağırmalı gibi bir şeyler geveliyordu. Adamlardan biri ise, yerden aldığı yumurta kartonunu bana uzatıp, -“Çoğu kırılmış ama içinde sağlamları da var” deyince, bastım kahkahayı. Bir histeri krizine yakalanmış gibi bir süre güldüm. Aslında acınacak haldeydim ama, bu hareket nedense bana çok komik gelmişti. İnsanlar da halime şaşırmış, baka kalmıştı. Sonra birden susup, -“Aman be kardeşim” diye bağırdım… Ben burada canımla uğraşıyorum, sen iki sağlam yumurtanın derdindesin… Esas arabanın plakasını alan oldu mu? Siz onu söyleyin… Kimseden çıt çıkmamıştı. Çünkü çoğu meraklarını tatmin etmek için toplanmuş kuru kalabalıktan ibaretti. Yerden kalkıp üstümü, başımı silkeledim ve hala elinde yumurta kutusunu tutan adama dönüp, -“Kusura bakma kardeşim… Sinirden ne dediğimi bilemiyorum” deyip gönlünü anmaya çalıştım. Kalabalık dağılmaya başlarken, bana yardıma koşan yaşlı çiftin ellerini sıkarak teşekkür ettim ve topallayarak evimin yolunu tuttum. *** Ayaklarım beni doğruca Mihriban’ın kapısına götürmüştü. Birkaç kez zile üst, üste bastım. Açılan kapıda üzeri gri eşofmanlarıyla Ahmet ağabey belirdi. Beni üstü başı toz içinde, perişan bir halde görünce çok şaşırdı. -“Aaa. Komşu… Ne oldu sana böyle yahu” dedi… Ardından “Mihri… koş çabuk gel buraya diye içeri bağırdı. Mihriban bu bağırtının ardından uçar gibi merdivenlere koşmuştu. O da beni görünce çok şaşırdı ve gözlerini kocaman açarak, -“Bismillah!... Ne oldu anacığım böyle?”diye haykırıp, eliyle kalçasına vurdu. Üç kişilik bu çekirdek ailenin tüm ferdi, karşıma dikilmiş öğlece şaşkın bir vaziyette yüzüme bakıyor, ama biri akıl edip beni içeri davet etmeyi düşünmüyordu. Dayanamayıp patladım. -“Eeee. Böyle kapı ağzında mı anlatayım ne olduğunu?” Ahmet ağabey, suçlanmış mahcup bir biçimde yana çekilmişti. -“Haklısın bacım… Şaşkınlıktan oldu… Hay Allah ya… Hadi gel.. gel.. Geç içeri şöyle “ *** Elimi, yüzümü yıkamış, dirseklerimden ve dizlerimden akan kanları temizlemiştik. Mihri ile birlikte oturma odasına döndüğümüzde, Ahmet ağabey ve İrfanı merak içinde bekler bulduk. Kanepeye, mihrinin yanına iliştim ve bir çırpıda olanı biteni anlattım. -“Eee.. Mademki çantanla birlikte hüviyetini ve banka kartını da kaptırdın. Mutlaka karakola gidip zabıt tutturman gerekiyor ki, yarın öbür gün başın ağrımasın” deyip ekledi. Bana kalırsa, bankayı hemen ara ve kartını iptal et… Ne olur, ne olmaz” -“E.. Ne gibi iş açılabilir ki başıma?” -“Kardeşim… Hüviyetini kullanabilirler.. Bankadan paranı çekebilirler.. Ne bileyim bu tür şeyler işte…” Boşuna dememişler “Başıma iş geldiğine yanmam.. Etrafa meram anlatması olmasa” diye.. “Amaaan” dedim. Bir de bunlarla mı uğraşacağım şimdi ? Çok canım sıkılmıştı, çok. Bu arada İrfan, yüzünde çok üzgün bir ifadeyle, pür dikkat bana bakıyordu. Elimi başına götürüp, saçlarını karıştırdım. Yüzümü buruşturarak, -“Canın çok yanıyor mu?”diye sordu. -“Evet,… Çok yanıyor İrfan’cığım” dedim. Oldukça hırslanmıştı. -“Ah!” dedi… Ben orada olacaktım ki?... Gülümsedim, -“Eeee.. Ne yapardın eğer sen orada olsaydın bakayım?” -“Ne mi yapardım” dedi… Ağızlarını, burunlarını dağıtırdım tabi ki?.. Bu sözün üzerine onu kendime çekip, iyice sıkıştırdım. Ne kadar da içten söylemişti. Eminim boyuna, posuna bakmaz, gerçekten de eğer orada olsa adamların üzerine atlardı. Biraz daha sıktım kollarımda. -“Ah !, benim küçük kahramanım” Mihriban bu arada bizi dinlerken, bir yandan da sofrayı hazır etmişti bile. Deli doluydu ama becerikli bir kadındı. Bu konularda çok takdir ederdim onu. -“Hadi, buyurun… Hem yeriz, hem de konuşuruz” dedi. Hep beraber masaya oturduk. Mihriban gülerek, -“Kız Salhe “ dedi.. Bak gelmem dedin, ama yine kısmetin bu sofradaymış, bu akşam.. -“Gerçekten de öyle “ dedim. Yemekten sonra da bir süre kaldım. Çay içtik. Lafladık. Eve gitmeye zamanı gelince Ahmet ağabey, -“İstersen burada kal bu gece” dedi. Bu teklif en çok İrfanın hoşuna gitmişti. -“Hadi kal… Kal” diye heyecanla bağırdı. Evde kalmaktan korkacağımı düşünüyorlardı, ama endişe etmemeleri gerektiğini, iyi olduğumu söyleyip, ısrarlarına rağmen evimin yolunu tuttum. *** Başıma gelen basit bir hırsızlık olayı sayılırdı. Buna rağmen ne kadar etkilendiğimi görünce, başkalarının rızkına göz dikmenin, haksız kazanç elde etmenin, ne kadar kötü bir şey olduğunu bir kez daha anladım. Oysa ben, içimdeki dürtülere kapılarak, neler yapmış ve her olayın arkasından da secdeye kaparak bağışlanacağımı sanmıştım yıllarca. Ne kadar yanlış ve kısır bir düşünceymiş bu. Nasıl kazınılmış olursa olsun, kimsenin bir başkasının malına, parasına, yaşamına göz dikmeye hakkı olmamalıydı. Yatağıma uzandığımda, bütün bunların vebalinden nasıl kurtulacağımı düşünüyor ve yüreğime çöreklenmiş bu acıyla kıvranırken, gözlerimin önüne Emir geldi. -“Ah!.. Emir seni ne çok seviyorum… Nasıl da ihtiyacım var bilemezsin…”diye iç geçirdim. Nasıl biri olduğumu bilse eminim yüzümü görmek istemezdi.. “Ah! Keşke, keşke” dedim… Seninle eşit şartlarda ve başka bir ortamda karşılaşmış olsaydık…..” Vicdanımın sızısı ve aşk acısı arasında sıkışıp kalmıştım. Gözlerimden yaşlar sel gibi boşalıyor ve yastığımı ıslatıyordu. Uyumak için, büyük bir mücadele vermeme rağmen, vücudum direniyor, bin tane düşünce inadına, inadına beynimin içinde sanki resmi geçit yapmaya devam ediyordu. Allah biliyor ya pişmandım… Hem de çok pişmandım, ama ne fayda. Bütün bunları yapmıştım ve yok sayamazdım ki? Bir gün benimde diyetimi ödeme zamanımın geleceğini biliyordum. O yana, bu yana dönerken, bitap düşmüş ve sabaha karşı ancak uykuya dalabilmiştim. *** Ertesi sabah ilk iş olarak, doğruca semt karakoluna gidip, şikayette bulundum ve çalınan evraklarım için bir yazı istedim. İfadem alınmış, zabıtlara geçirilmişti. Orta boylu, hafif göbekli bir başka sivil polis, ifademin alındığı odaya gelip, bir de olayı benden dinlemek istediğini söyledi. Ceketini çıkartıp masalardan birinin üzerine oturdu. Gözlerim omuzlarından geçmiş kayışların üzerine astığı tabancasına takılınca, ürktüm nedense. Eliyle karşısında duran sandalyeyi işaret edip, -“Şöyle oturun bayan” dedi. Yetkisi, rütbesi neydi bilmiyordum, ama öyle sert bakıyordu ki sormaya da cesaretim yoktu. -“Efendim ben marketten çıkmıştım” diye anlatmaya başladım. Ancak bilmem kaçıncı kez baştan almama rağmen, bir türlü konuşmanın sonunu getiremiyordum. Sebebiyle masanın üzerine koyduğu telsize gelen “Amirim şöyle… Amirim böyle diyen” konuşmalar ve cevap vermek zorunda kalmasıydı. Böylelikle en azından onun yetkili biri olduğunu anlamıştım. Lafımı bir türlü bitirememe sinirlenmiş olduğum gözünden kaçmamış olmalı ki, özür dileyerek, -“Görüyorsunuz ya… Yirmi dört saat biz işte böyleyiz” dedi. Uğraşmadığımız konu yok… Doğrusu, hak verdim ve acıdım hallerine. -“Allah yardımcınız olsun” dedim… Gerçekten de işiniz zor” Sonunda, güç bele derdimi anlatabildim. Komiser, şimdi size burada kayıtlı suçluların fotoğraflarını göstereceğiz. Bakılım içlerinden seni dolandıranlara benzer biri çıkacak mı? Dedi. Birden çok heyecanlanmıştım. Bir başka görevli masaya birkaç kocaman albüm bırakıp gitti. Erkek suçlular, Kadın suçlular, çocuk suçlular diye ayrılmışlardı. Komiser, çocuk suçlular albümlerinden birini açıp, -“Hadi bak bakalım…” dedi.. Sayfaları çevirirken bir sürü fişlenmiş çocuk resmi görünce şaşırdım. Kimileri yankesicilikten, kimileri yarala, kimileri de esrar satma suçlarıyla buraya dizilmişlerdi. Yaşlarının küçük oluşlarına çok üzülüp etkilenmiştim. Komiser, -“Bunlar da bir şey mi ? “dedi. Daha bizim üç, beş yaşlarında bile suçlularımız var.. Ağzım açık kalmıştı. Duyduklarıma inanamadım. Üç çimden “Hay sizi teşvik edenlere, zorlayanlara lanet olsun” dedim. Komiser, eliyle işaret ederek masaya daha çok yanaşmamı, ve dikkatlice bakmamı söyledi. Bende öyle yaptım. Her biri kartpostal büyüklüğündeki resimlere yeniden daha dikkatlice bakmıştım ki, bir yüz bana sanki tanıdık geldi. Bu torbalarımı taşımak isteyen gence çok benziyordu. O sayfada takıldığımı gören komiser hemen sordu. -“Evet… Ne diyorsun? Tanıdın mı? “ -“Valla efendi.. Şu çocuğu benzettim ama bunun saçları kısa. Benim gördüğüm çocuğun ki daha uzundu.. Yani, düz uzun ve Amerikan traşlıydı.” -“Kardeşim.. Sen saçlara takılma.. Burada kısa olabilir.. Şimdi uzatmıştır… Sen iyi bak o mu değil mi? -“Evet… O” dedim.. dikkatli bakınca emin olmuştum. O da işaret ettiğim resme baktı ve -“Tabi ya.. Kürt Serkan “dedi. Seni araba faresi seni… Meğerse bu çocuk bir çok kez karakola, araba teybi çalmaktan getirilmişmiş daha önce. Yaşı küçük olduğu içinde her sefer serbest kalıyormuş. Çeteler özellikle yaşı küçük çocukları kullanıyormuş bu tür işlerde. Komiser “Bir Dakka “ deyip odadan çıktı. Ben daha şimdi ne olacak diye düşünürken, geri gelmişti bile. Elindeki telsizden oraya ,buraya talimatlar yağdırdıktan sonra gelip önümde durdu. -“On beş dakika sonra oğlanı getirecekler… Sende teşhis edersen, iş birlikçilerini de kolayca buluruz” dedi. Amaaan… Ne çabuk olmuştu bu iş.. Çok heyecanlanıp birden yerimden fırlayınca komiser, -“Hayrola… Sen niye heyecanlandın öyle.. Suçlu olan onlar” deyince tekrar yerime oturdum. -“Elbette onlar” diye fısıldarken, içimden “Ah! Bir bilseniz siz benim neler yaptığımı” diye düşünmeden edemedim. Bu odada tanık olarak bile oturmak bile stres yaratmaya yetiyordu. Sanık olsam kim bilir halim nice olurdu. Düşünmek bile istemiyordum. *** TEKLİF 2.BÖLÜM O gün ve ertesi gün bulantım, belirli aralıklar ile devam edince, içime bir kuşkudur düştü. Bu yemek dokunmasına falan benzemiyordu. Aklıma doğru olabilir miydi acaba? Ellerim göbeğimin üzerinde kenetli, gözlerim kapalı, bahçeye bakan kodlukta otururken, bir ihtimal bile olsa .u düşünce ile başka alemlere uçup gitmiştim. Nadire hanımın seslenmesiyle kendime geldim. -“Güner…. Ah.. uyuyor muydun yoksa?” -“Yooo.. Hayır teyzeciğim… Uyumuyordum.. “ -“Hay Allah… Gözlerini kapalı, sesin de çıkmayınca ben öyle sandım” Gerçekten de dalıp gitmiştim.. Ama uykuya değil, kendi hayal alemime. -“Bir kırıklık var, üzerinize afiyet.. Grip oluyor gibiyim.. eczaneye gidip ilaç alsam iyi olacak? “ dedim. Nadire hanım, önce evdeki dolaba bakmamı tavsiye ederek “ Bizde C vitamini, yada antibiyotik mutlaka vardır.. Sen bir bakı ver” dedi. Gerçekten de ecza dolabında her tür ilaç vardı, biliyordum.. Ama benim maksadım başkaydı. C vitamini kutusunu gizleyip, Nadire hanıma. -“C vitamini kalmamış.. Çok iyi gelirdi olsaydı.. En iyisi bir koşu gidip alayım” dedim. “Güllü gitsin “ o zaman, bak kendini iyi hissetmiyorsun deyince.. -“Yok.. Ben gideyim , hem hava almış olurum “ deyip çıktım. *** Eczacının erkek olması biraz canımı sıktı. -“Buyurun ne istemiştiniz” dediğinde, hafifçe tezgaha eğilerek -“C vitamı ve” kısık bir sesle “Hamilelik testlerinden bir tane istiyorum” dedim. Diğer müşteriler duymasın diye ağzımda gevelemiştim.. -“Pardon tam olarak anlayamadım” dedi eczacı, Ne istemiştiniz? Yer yarılsa da içine girseydim.. Zaten bunu isteyene kadar içim daralmıştı. Bir de tekrarlamam gerekecekti. Üstelik diğer insanlar da kulak kabartacaktı şimdi. -“Canım.. Şu hazır testlerden istiyorum demiştim. Bir de C-Vitamini” diye tekrarladım. Etrafıma da aldırmıyor görünmek ister gibi şöyle bir baktım. Aslında müthiş utanmıştım. Bütün vücuduma ateş basmıştı. Ezacı kutuyu minik bir torbaya koyup tezgahın üzerine bıraktı ve “Borcunuz.. şu kadar” deyip fişi uzattı. Bunu söylemek ne zormuş meğer… Sanki orada bulunan herkes, benim bir dul olduğumu ve evlilik dışı bir ilişki yaşadığımı bilecek ve bana kötü gözle bakacaklarmış gibi gelmişti bana. Belki de benim siparişim kimsenin umurunda bile değildi. Ama suçluluk duygusuyla bana öyle geliyordu işte. *** Elimde test paketi heyecan iç koşarak villaya döndüm. C vitaminini ecza dolabına bıraktım ve doğruca odama çıktım. Test kutusunu okuyunca iyice şaşırdım. Yazıldığına bakılırsa yarım saat gibi kısa bir süre içinde neticeyi öğrenebilecektim. Müthiş bir şeydi bu. İlk hamileliğimi hastane de kurbağa testi ile yaptırmış ve bir gün beklemek zorunda kalmıştım. Tıp ne kadar çabuk ilerliyordu. Denileni harfiyen yaptım ve test cetvelini banyo tezgahının üzerine koyup odaya geçtim. Bir o yana, bir bu yana gidip, geliyor neticenin ne olacağını bir an önce öğrenmek için can atıyordum. Vakit geldiğinde ise birden kendimi kötü hissettim. Bir türlü gidip bakmaya cesaret edemiyordum şimdi. Ya olumlusuz çıkarsa ?... İyi de ya olumlu çıkarsa ? Sanki iki olasılık da hoş değil gibiydi. Ayaklarım geri, geri gidiyordu. Sonunda tüm cesaretimi toplayarak banyoya gittim. Tarife göre, test çubuğunun üzerinde eğer kırmızı bir çizgi çıkarsa bu hamile olduğumun işaretiydi. Gözlerimi kapatıp tezgaha yaklaştım ve içimden “Bir…İki…Üç…”diye saydıktan sonra üzerine eğilip baktım.. Gayet net olarak kırmızı bir çizgi görünüyordu. Allah’ım… Bu doğru olabilir miydi? Mümkün müydü böyle bir şey? Ben onunla sadece bir gece birlikte olmuştum. Nasıl hamile olabilirdim ki? İlk evliliğimde bile ancak yedi yıl sonra hamile kalabilmiştim. Ben… Ben anne mi olacaktım öyle mi?.. On altı yıl sonra Ha!!.. Allah’ım yoksa bana gerçekten bir şans daha vermiş miydi? İnanasım gelmiyordu bir türlü. Emir’in geliş saatine doğru aşağıda indim. Aşağı indiğimde, şiddetli bir yağmur başlamıştı Bu arada şiddetli i bir yağmur yağmaya başlamıştı. Toprak kokusu girsin içeri diye gidip camı açtım. Bir yandan kafam testin sonucundaydı. Emir ile mutlaka konuşmalı ve durumu izah etmeliydim, ama nasıl? Odanın içinde bir pencerenin önüne, bir içeri doğru gidip gelmelerim, ihtiyarın dikkatini çekmişti. -“Hayrola Güner’ciğim… Sıkıntılı bir halin var gibi” -“A..Yok.. Sadece havanın kapalı oluşu beni huzursuz ediyor. Oldum olası gök gürlemelerinden hoşlanmam.. Korkutur beni” dedim. Bu söylediğim çok da doğruydu. Çocukken her gök şimşek çakıp, ardından gök gürültüsü indiğinde saklanacak yer arardım kendime. Canım anneanneciğim bu korkumu bilir, böyle havalarda mümkün olduğu kadar beni yalnız bırakmamaya özen gösterirdi. Bugün yağmur aralıklarla hep yağmıştı ve şu anda da bayağı hızlanmıştı. Cama vuran su damlalarının çıkarttığı tıkırtı, bana ahşap evimi hatırlatmıştı. Yağmurlu günlerde yatak odamın penceresini açar toprak kokusunu içime çekerken, aynı zamanda karşı mezarlıkta yatan sevdiklerimin yağmur sularıyla ıslanıyor olduklarını düşünerek içlenirdim. Acaba bir rahatsızlık duyarlar mı diye aklımdan geçirir üzülürdüm. -“Neden korkardın ki gök gürültüsünden ?” -“Hıh…” Ah.. dalmışım yine “ Bilmem ki teyzeciğim.. Çocukluğumdan bu yana içimden atamadığım bir duygudur bu.. Şuuraltımda bir nedeni var mutlaka ama hiç hatırlamıyorum nedir?” *** Hava iyice kararmış, sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Emir nerde kaldı diye pencereden bakarken arabası karşımda belirdi. O arabasını park ederken ben de koşup kapıyı açtım. Nadire hanım da oğlunun geldiğine sevinmişti. -“Aman iyi oldu vakitli gelişi… Yoksa bu kötü havada merak ettirecekti bizi” dedi. Emir arabadan çıkınca evrak çantasını başına tutarak içeri doğru koştu. -“Ne berbat bir hava değil mi? “ -“Haklısın… Hele güneşli günlerden sonra hiç çekilmiyor değil mi?” Emir salona gidip, her zaman yaptığı gibi annesinin yanaklarına birer öpücük kondurup, üzerini değiştirmek üzere doğruca odasına çıktı. Ben de yemek masasını hazırlamak üzere mutfağa geçtim. Çok geçmeden Emir aşağı inmiş ve mutfağa gelmişti. Yine kendisine çok yakışan buz mavisi pantolonunu ve üzerine lacivert, kırmızı ince çizgili bir gömlek giymişti. Spor kıyafetleri ona takım elbiseden çok daha fazla yakıştırıyordum. Bunu dile getirmeden de duramadım. Aldığı iltifat hoşuna gitmişti. İçimi ısıtan gülüşüyle teşekkür edip “Dur salatayı yapayım” diye işe girişti. Sofrayı yine birlikte hazırladık. Yemek boyunca birkaç kez gözlerimiz birbirine takıldı. Bu bakışlardan bir mana çıkartmak istiyordum, ancak dile getirilmediği boş hayallere kapılmanın bir manası yoktu. *** TEKLİF - 3.Bölüm İçim içime sığmıyordu artık söyleyeceğim diye karar verdiğim bir sabah erkenden kalktım. Niyetim Emir’i işe gitmeden durdurup konuşmaktı. Parmaklarımın ucunda salona inince çok şaşırdım. Nadire hanımdan bahçeye bakan koltukta oturmuş, namaz başörtüsü başında elinde kuran okuyordu sessizce. Beni görünce gözlüğünü çıkarttı ve elindeki kuranı öpüp, yanındaki sehpanın üzerine bıraktı. Yüzünde hiç mana veremeyeceğim garip bir ifade vardı. Eliyle “Gel” işareti yapıp diğer koltuğu işaret etti. -“Hayırdır teyzeciğim, böyle erkenden kalmış kuran okuyorsun?” -“Evet yavrum… Hayırdır… Hayır da.. Senin nasıl düşüneceğini bilmiyorum.. O yüzden Rabbime dua ediyordum” dedi. -“Aman… Korkutmayın beni… Ne konuda peki ?” Durdu derin bir nefes aldı. -“Lafı hiç dolandırmayacağım kızım.. Emir dün gece herkes yattıktan sonra odama geldi ve Gülerin isteğini yerine getirmeyi düşündüğünü söyleyip fikrimi sordu.” -“Ne.. Hangi isteği? “ -“Hani biliyorsun ya epey önce çok sıkıntılı geceler geçirmişti. Güler’in ruhunun ona yaptığı ziyaretlerden falan bahsetmişti” Kalbim nerdeyse duracaktı.. İhtiyarın ağzından çıkacak her bir sözcük yüreğimi titretiyordu adeta. -“Eee. Evet …Yoksa yeniden mi başlamış bu ziyaretler, o yüzden mi kuran okuyordunuz?” -“Yok, yok…Çok şükür öyle bir şey olmamış ama Emir, daha önce olanlardan huzursuz olduğunu ve Gülerin kabrinde rahat olmadığını düşünüyor. Üstelik sana karşı da büyük bir yakınlık ve sıcaklık duyduğunu, söyleyip anne sen ne dersin bu işe diye sordu.” -“Yani… ? Yine ellerimi tuttu ve sevgiyle gözlerimin içine bakarak, -“Gördün mü bak? Lafı dolandırmayım derken yine uzattım.. Yani Güzel kızım Emir seninle evlenmek istiyor…? … Sen ne dersin?“ dedi. Emir benimle Evlenmek istiyordu. İsterse gelecek ruhlardan korktuğu için, ister karısının arzusunu yetire getirmek için olsun, hiç fark etmezdi. İçimden “Allah derdim ne olacak “diye haykırmak sevinç çığlıkları atmak geldi ama elbette ki böyle demedim ve kendimi tuttum. İçimde birden kopan fırtınayı gizleyerek, -“Ama teyzeciğim bu nasıl olur? Daha kardeşim öleli ne kadar oldu ki? Üstelik onun kocasıyla evlenmek hiç yakışık alır mı? “ Nadire hanımın gözleri buğulanmıştı. Ağladı ağlayacak… Bana hak vermesine veriyordu ancak oğlunun huzursuzluğuna da çok üzülüyordu. Üstelik beni çok sevmişti ve bu evden gitmemi hiç istemiyordu. Bunun en güzel sonucunun bu olacağını dili döndüğünce izah etmeye çalıştı ve -“Bak yavrum… Sen de yalnız yaşayan genç güzel bir kadınsın. Bize Güler yokluğunu ise hiç aratmadın. E lalemin ne diyeceği hiç umurumuzda değil bizim. Bak görüyorsun benim de artık bir ayağım çukurda… Gel sen evet de bu işe.” Dedi. -“Çok şaşırdım teyzeciğim… Ne desem şimdi bilemiyorum.. Düşünmeme bir izin verin “ dedim. -“Tabi ki… Buna hakkın var…”dedi. Duyacağımı duymuştum… Emir’i görmek vazgeçip “İzin isteyerek” gerisin geriye odama döndüm. İlk iş banyoya girip abdest aldım ve dolapta duran seccadeyi çıkartıp yere koydum ve secdeye kapandım. Uzun bir süre Yüce Rabbime dualar ettim. Olabilir miydi? İçimde filizlenmeye başlayan bu varlık yüzü suyu hürmetine Rabbim beni affediyor olabilir miydi? *** Bütün gece hem sevinçten, hem içinde bulunduğum durumun heyecanından doğru dürüst uyuyamadım. Buna rağmen gözlerimi açtığımda saat sabahın dokuzu olmuştu nerdeyse.. Demek ki geç saatlerde derin bir uykuya geçmiştim. Hemen aşağı koştum. Emir gitmeden yakalayıp istedim ama o çoktan gitmişti. Nadire hanımla birlikte havadan sudan konuşarak akşamı ettik. Bana düşünmek istediğimi bildiği için Emir’in teklifi hakkında hiçbir şey sormadı. Emir eve geldiğinde bu kez de bir buket çiçekle gelmişti. -“Bak alışkanlık olacak, her gün eline bakacağım” diye takılmadan edemedim. -“Beni böyle şeylerle korkutamazsınız bayan” dedi. Çok neşeli görünüyordu. Onun bu hali beni iyice cesaretlendirdi. İyi bir gününde olduğu belliydi. Yemekte birbirimize attığımız manalı, gizli bakışlar eminim Nadire hanımın gözünden kaçmamıştı. Akşam çayını içtikten bir süre sonrada kendini yorgun hissettiğini ve erken yatmayı düşündüğünü belirterek odasına çekildi. Sanki özellikle bizi yalnız bırakmak istemişti. Salonda yalnız kaldığımız an, malum kuşum da hemen vazifesine başladı. İkimizde konuşmayı bir diğerinin açmasını bekliyorduk. Emir kendisine bir kadeh içki doldururken, bana da sordu, ama çayla yetinmek istediğimi söyledim. Müzik setini açmıştı. Hoş bir yabancı parça çalarken gelip yanımdaki koltuğa oturdu. Şu an bizim yerimize müzik konuşuyordu. İkimizde suskun dinlerken, yine ikimizde aynı anda konuşmak için teşebbüste bulunduk. -“Sen söyle Emir “ -“Yok Güner sen söyle… Aslında ne öğrenmek istediğimi biliyorsun… Yeterince düşünecek zamanın da olmuştur eminim” dedi. Yüz kere, bin kere cevabım “Evet” olacaktı elbette ki. Ona hayır demem ne mümkündü. Ancak hamile olduğumu söylediğimde tepkisi ne olacak bilemediğim için korkuyordum. -“Biliyorsun musun? Eğer arada kardeşim olmasaydı, her şey çok daha kolay olurdu. Senin gibi bir erkeğin eşi olmak büyük mutluluk “…. Emir konuşmamı kesip atıldı. -“Yani…Cevabın evet mi … ?” -“Sana evet demeyi bütün kalbimle istiyorum Emir.. Ancak..” -“Ancak mı? … Ancak Ne Güner?” -“Gülerin hep bizim aramızda kalacağını düşünüyorum… Bu da ilerleyen günlerde sorun yaratır belki diye beni korkutuyor.. “ Son söylediklerime cevap vermeyip Emir susmuştu. Eyvah… Etkileyici konuşmak isterken, dramın ucunu kaçırmıştım anlaşılan. Bir çuval inciri berbat etmiştim işte. Hemen atıldım ve konuşmayı kaldığım yerden sürdürdüm. -“Ancak, bilmen gereken çok önemli bir şey var..” -“Yaa… Neymiş O? Ayağa kalktım, elinden onu da tutup kaldırdım ve kısık bir sesle, -“Emir… Galiba ben hamileyim” dedim. -“……….” Öylece donup kalmıştı. Yok.. Bir çuval inciri berbat etmekle kalmamış, iyice çürütmüştüm. Dere yeşili gözler karnıma dikili öylece duruyordu. “Hadi “ diyordum içimden “Hadi.. Ne olur bir şey söyle… Ölüyorum karşında görmüyor musun?” Bu birkaç saniye, bana sanki saatler geçmiş gibi gelmişti. Heyecandan, olumsuz bir cevap alacağımı düşünmenin sıkıntısından, sırtımdan terler boşalmaya başlamıştı. Bu sessizliğe daha fazla dayanamayacağımı anlayarak, Emir’in ellerini bıraktım. -“Sana iyi geceler… Müsaadenle ben odama çıkıyorum” Tam geri dönmüş gidiyorken, Emir kolumdan yakaladı. -“Dur… Nereye gidiyorsun ?” Beni kendine çekip öyle bir sarıldı ki, neye uğradığımı şaşırdım. Hem de ne sarılma. Öyle bir sıkıyordu ki nefes alamıyordum adeta. Belime doladığı ellerini gevşetmeye çalışırken o kulağıma eğilip, -“Susup kalmamı yanlış anladın Güner. Öyle şok olduk ki, kulaklarıma inanamadım. Bir çocuk sahibi olmayı ne kadar istediğimi bilemezsin… Bilemezsin şu an hissettiklerimi…Bilemezsin…” -“Emir… Dur Emir… Daha fazla sıkmaya devam edersen, kemiklerim kırılacak ona göre” dedim. -“Özür dilerim… Heyecandan oldu… Gel canım… Gel şöyle oturalım yine. Gerçekten çok mutlu görünüyordu ve bunu saklamaya da gerek görmemişti. -“Allah’ım… Annem bir torunu olacağını duyunca aklını kaçıracak inan..” İçi içine sığmıyordu adeta.. Mutluluğunu, sevincini dile getiriyor, gelecek için planlarını arka, arkaya sıralıyordu. Ağzını elimle kapattım. -“Bir şey unutmadın mı bu arada ?... Esas söylemen gerekeni yani?” Birden sanki aklı başına geldi ve hemen koltuktan kalkıp yere diz çöktü ve ellerimi avuçları arasına aldı. -“Söyle Güner… Cevabın Nedir? Benimle evlenir misin …? Bu teklifi alırken öldüm de cennete falan gittim sandım. Gerçek olamayacak kadar güzel anlar yaşıyordum. Bende koltuktan aşağı kayıp ona sarıldım. -“Evet.... Cevabım evet…Tabi ki seninle evlenirim…” Allah’ıma şükürler olsun, bu kez rüyada değildim. Onun kollarının arasında olmak, teninin kokusu, başımı döndürmeye yetmişti. Onu dinlerken hayal alemine dalmış kendimden geçmiştim adeta.. TEKLİF - 4. Bölüm Nikahımızın etrafa çok bahsetmeden ve aile arasında, oturduğumuz villada yapılmasına karar verilmişti. O gün gelip çattığında, hepimiz büyük bir telaş içinde, hem kendimizi hem gelecek davetliler için yapılacak hizmetleri tekrar, tekrar gözden geçiriyorduk. Gelinlik giymek istemeyişimi saygıyla karşıladılar. Nadire hanım, hazır alınmasını istemediği için, Emir’in siyah smokini dışında benim giyeceğim döpiyesi, kendinin ve Semiha’nın kıyafetini aile terzilerinin hazırlamasını istemişti. Kıyafeti tamamlayan yine krem rengi, üzeri incilerle işlenmiş ve yüzümün yarısını tülle örten bir kep, ensede topuz yaptığım saçlarımın üzerine iliştirilirken Semiha, -“İnan bana bir içim su oldun… Çok Güzel görünüyorsun Güner” dedi. Aynadaki görüntüm onu doğruluyordu. Açık gri ve parlak bir kumaştan yapılan döpiyes, aynı renklerden üzeri incili kep ile bende kendimi çok beğenmiştim. Ancak sabahtan beri içimde garip bir huzursuzluk vardı. Mutlu olmam havalara uçmam gerekirken, bu sıkıntıya bir mana veremiyordum. Semiha’ya bir ara sordum. -“Nikâh şahitlerimiz kimler olacak biliyor musun ? diye sordum. -“Valla bir tanesi bir aile büyümüz.. Diğeri de Emir’in arkadaşı Fikret isminde bir arkadaşı olacakmış sanırım. Ama ben kendisini tanımıyorum “ dedi. Kız tarafı olarak getirecek bir akrabam olmadığı için, her iki nikah şahidi de mecburen erkek tarafından seçilmişti. Güllü gelip “Hazır mısın?” diye kapıyı çaldığında, titremeye başladım. -“Hadi” dedi… Davetliler aşağıda sizi bekliyor” Merdivelerin başına geldiğimde durdum. Aşağı inerken, ayağım falan takılırda düşerim diye ödüm kopuyor, ilk adımı atamıyordum bir türlü. Semiha arkamdan seslendi. - “Hadi..Güner, .. İn canım” Yüreğimde kanat çırpıntıları, tırabzana tutunarak yavaş, yavaş aşağıya indim. Bu sahne bana hiç de yabancı değildi sanki. Ben bunu film karelerinde hep görmüştüm. Şu anda bizzat yaşıyor olmam da ayrı bir heyecan olmuştu benim için. İlk gözüme çarpan kişiler bir köşeden bana bakan, Ahmet ağabey ve Mihriban olmuştu. Zira Mihriban orda olduklarını belirtmek için, heyecanla el kaldırmış sallıyordu. Emir beni görüp hemen yanıma gelince, onlara gülümsemekle yetindim ve koluna girdim. Nikah memuru yemek masası tam orta kısmında oturuyordu. Tam karşısına hazırlanan iki iskemlede belikli bizim için konmuştu. Nikah şahitlerinden yaşlı olanın yüzünü, merdivenlere dönük olduğu için görebilmiştim. Lacivert takım elbise giymiş ve sırtı dönük olanı Emir’in arkadaşı Fikret olmalıydı. Biz masaya yaklaşırken hepsi birden ayağa kalktı ve alkışlanmaya başladık. İşte o an Fikret’in yüzünü de görebilmiştim. Keşke görmez olsaydım. Alkışlar adeta kulaklarımda büyük bir uğultu haline dönüşmüştü. Fikret dedikleri kişi, benim birkaç sene önce top, top kumaşlarını çaldığım mağazanın müdürü Erdem beyden başkası değildi. En mutlu günüm, yaşamımın en kara günü olmaya adaydı şu an. Başımdaki kepin tülü, yüzümün yarısını kapladığı için o beni henüz tanımamıştı. Nikah memurunun karşısına geçip oturduğumuzda yine bir hazan yaprağı misali titriyordum. Sabahtan beri yakamı bırakmayan sıkıntının sebebi buymuş demek. Nikah memurunun sözleri kulaklarımda çınlarken düşüncelerimden sıyrıldım. Esprili bir konuşma ardından, -“Bu nikahın kıyılmasına bir itirazı olan varsa, hemen şimdi konuşsun… Yoksa sonsuza kadar sussun” * * * Salonda büyük bir sessizlik hakimdi şimdi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Defter önümüze sürüldü, imzalarımızı attık ve herkes ayağa kalktık ve adet olduğu üzere, Emir kepin tülünü arkaya atıp, yanaklarımdan öptü. Az sonra gerçeğin ortaya çıkacağı korkusuyla, titremem daha da artmıştı. Emir bunun heyecandan olduğunu düşündüğünden, arada bir elimi sıkarak bana güç vermeye çalışıyordu. Sıra şahitler ile tokalaşmaya geldiğinde önce nikah memuru ile sonrada yaşlı nikah şahidim ile sonra da Erdem bey ile tokalaştıktan sonra davetliler ile tokalaşıp öpüşme faslına geçildi. Mihri ve Ahmet ağabey’e İrfanı niye getirmediklerini sorduğumda bira üşütmüş, bu yüzden kalabalığın arasına sokmak istemedik dediler. Mihri benim adıma ne kadar sevindiğini söylüyordu. Bana candan sarılıp termik ettiler. Yakama bir altın iliştirmeleri ise beni çok duygulandırdı. Tebrikleri kabul ederken, bir yandan gözüm sürekli Erdem beydeydi. Bakışlarından anlam çıkarmaya ve beni tanıyıp, tanımadığını anlamaya çalışıyordum. Yalnız hala neden onu Fikret diye çağırıyorlardı? Bir mana veremiyordum. Yoksa ben benzetiyor olabilir miydim? “Ah!.. Keşke…..dedim içimden… Keşke öyle olsa..” Ama daha fazla bu şüphe ile yaşayamayacaktım.Tebrikler bitip ikram servisi başladığında, Emir’in de yanımdan bir süre için ayrılmasını fırsat bilip, doğruca Fikret yanına gittim. Hiç ummadığım bir anda karşıma çıkan büyük bir tehlikeydi o ve ne olursa olsun onunla konuşup içimdeki bu korkuya bir son verecektim. TEKLİF – 5.Bölüm Elinde kadehi, etrafa gülümseyerek bakan Fikret, ben yanına gidince gayet ciddi bir havaya büründü. Elimi uzattım, -“Tekrar Merhaba Fikret bey… Emir’in çok yakın bir arkadaşı olduğunuzu öğrendim… İş dünyasından mı?.. Yoksa çocukluk arkadaşı mısınız?“.. Merak ettim” -“Hayır hanımefendi, bilemediniz” dedi… İkisi de değil. Biz asker arkadaşıyız. Bu şık nedense hiç aklıma gelmemişti, şaşırdım. -“Yaa..Öyle mi?” Asker arkadaşlıklarının çok kalıcı olduğunu duymuştum… Demek ki doğruymuş… Hala dostluğunuz sürdüğüne göre” -“Evet… Çok doğru söylediniz hanımefendi” dedi. Ancak yanıldığınız başka bir konu var” dedi. Yüzümdeki gülücük donmuş, ve kaskatı kesilmiştim. Heyecandan döktüğüm terler, sırtımda buz kesmişti. -“Anlayamadım… dedim…” Ne konuda?” Sesimin titremesine engel olmamıştım O ise son derece kendinden emir bir tavır içindeydi. Bir eli cebinde, diğer elinde tuttuğu içki kadehinden bir yudum aldı. Dudaklarına kondurduğu sahte bir gülü ile, gözlerimin ta içi bakarak konuştu. -“Öncelikle adım Fikret Erdem….. İş hayatında ise sadece Erdem…Siz de beni bu -“……………………” -“Tanımadığımı umuyordunuz değil mi?…. Nerdeyse beni işimden edecek bir olayı, Nasıl unuturum ki?... Aradan onca zaman geçmesine rağmen hanımefendi ben sizi hiç unutmadım ve bir gün karşıma çıkacağınızı da kesinlikle biliyordum” dedi., Kulaklarım uğulduyor, beynimin içinde ziller çalıyordu. Yer yarılsa da içine girseydim. Buhar olup, uçup gitseydim. Ama öyle isteyince olmuyordu işte. Erdem, yada Fikret…. Demek ki rövanş yapacağı günü beklemişti. Tavrından bunu ortaya koyuyordu da. Ancak ne cevap vereyim dememe fırsat kalmamıştı… Sanki biri ayaklarımın altından döşemeyi çekip almış gibi, bir anda gözlerim kararmış ve her şey silinip gitmişti. Tam yere yığılmak üzereyken Fikret bir hamle yaparak beni belimden sıkıca kavradı. Elinden fırlayan içki kadehinin sert zeminde çarparak çıkarttığı ses, diğer davetlilerin bakışlarının bize yönelmesine sebep olmuştu ve Fikretin kollarında kendini salmış halimi görünce, salon bir anda karışmıştı. Emir heyecan içinde yanımıza koştu. -“Güner…. Güner ne oldu… ? Fikret Emir’in yüzündeki endişeyi ve heyecanı görünce, onu sakinleştirmeye çalıştı. -“Merak edilecek bir şey yok… Hafif bir baygınlık sadece, hepsi bu.” Emir gerçekten çok endişelenmişti. “Hepsi bu mu?... hepsi bu olur mu hiç ?” Bu sözler ağzından çıkar, çıkmaz, etrafımızdaki insanlarda merak yaratacağını bildiği için pişman olmuş ve gerisini getirememişti. Ancak eğilerek Fikret’in kulağına bir şeyler fısıldadığında, şaşırma sırası Fikret’e gelmişti. -“Yaaaa… “dedi.. Öyle mi ? Onun hayret dolu bakışlarından, Emir’in hamile olduğumu Fikret’in kulağına fısıldadığı anlamıştım.. Emir daha sonra davetlilere dönerek “Beni mazur görmelerini, bütün hafta kokuşturmaktan ve heyecandan yorgun düşmüş olabileceğimi söyleyerek, benim adıma dinlenmem için izin rica “etti. Oysa tamamen kendime gelmiştim. İyi olduğumu söyleyerek aşağıda kalmak için ısrar ettim. Fikret buradan ayrılmadan önce aramızdaki meseleyi bir açıklığa kavuşturmak , yüreğime çöreklenmiş derin sıkıntıdan kurtulmak istiyordum. Ancak, emir’in ve davetlilerin yoğun ısrarları üzerine, çiçeği burnunda eşimin kollarında, çaresiz odama çıkmak zorunda kaldım. Nikahtan birkaç gün önce Emir’e, sözde kardeşim ile, daha önce paylaştığı odayı, bundan böyle bizim odamız olarak kullanamayacağımı belirtmiştim. Bana hak vermişti ve bu eve geldiğimden beri kullandığım misafir yatak odası artık ikimizin yatak odası olarak hazırlanmıştı. Emir bir alnıma bir de eliyle dudaklarından ödünç aldığı başka bir öpücüğü karnımın üzerine koydu ve dinlenmemi adeta emrederek, odadan çıktı. *** İlk günden beri çok sevdiğim bu odada kendimle baş başa kalınca, artık diyet ödeme günümün gelmiş olduğunu düşünüyordum. Bu kadar büyük bir mutluluğu benim gibi bir kadının hak edebileceğini düşünmem bile büyük hataydı zaten. Tuvalet masasının pufuna oturup, aynadaki çaresiz yüzümü bakınca, gözyaşlarım boşalıverdi.. Fikret benden şikayetçi olduğu an, kendimi demir parmaklıklar arkasında bulacağım kesindi. Yolun sonuna geldiğimi düşünüyordum Ellerimi karnımın üzerine koydum. Şu anda ne insanların hakkımda düşünecekleri olumsuzluklar, ne Emir’in türlü riskleri göze alarak elde ettiğim sevgisinden mahrum kalacağım, ne de senelerce demir parmaklıklar ardında kalabileceğim umurumda değildi. Beni tek üzen hasretiyle yanıp tutuştuğum bebeğime ne olacağıydı. Hangi şartlar altında doğacak, kimlerin elinde büyümek zorunda kalacaktı? Kim bilir? O yeni filizlenmeye başlayan bir çiçekti, açmadan solmasına, annesi yüzünden geleceğine leke vurulmasına ve benim günahlarının faturasının ona çıkartılmasına izin veremezdim. Vermeyecektim de. Bir robot gibi yerimden kalkıp, gelinliği üzerimden çıkartıp koltuğun üzerine koydum Bu gece iç alınmış, alınmış gül kurusu rengi saten geceliği dolaptan çıkartıp, banyo gittim. Şu an hiçbir şey hissetmiyordum, çünkü bütün hislerimi dondurmuştum. Ecza dolabını karıştırıp, içi dolu bir ilaç şişesini aldım. Gözüm bardak aradı, ama yoktu. Diş fırçalarının kabını boşaltıp, içini bile çalkalamadan suyla doldurdum ve iki postada renkli hapların hepsini içtim. Neye yaradıklarına bakmamıştım bile. Çok miktarda alındığı taktirde, nasıl olsa istediğim sonuca ulaştırırdı beni. Aynadaki yüzüme tekrar baktım. Akan rimellerin bıraktığı kara izlerle korkunç görünüyordum. Evet…Ölüm yolculuğuna hazırlanıyordum, ama beni böyle çirkin bir şekilde bulmalarını istemiyordum. Kremli pamukla makyajımı çıkarttıktan sonra, küvetin içine girip ılık bir duş ve ardından abdest aldım. Geceliğimi giydim, saçlarımı tarayıp, arkada tek bir örgü yapıp yatak odasına geçtim. Son olarak iki rekat da namaz kıldıktan sonra, artık hazırdım. Güllü ve Semiha’nın özenle hazırladığı gelin yatağıma uzandım. Bir an, “Geride bir mektup bıraksa mıydım?” diye düşündüysem de vazgeçtim. Ben ölüp gittikten sonra, ne derlerse desinler ne önemi vardı ki….? TEKLİF – 6. Bölüm Cennete mi gittim yoksa? Bu güzel çiçek kokuları da ne böyle diye gözlerimi araladığımda, kocaman bir hastane odasında ve tek başıma yatmakta olduğumu gördüm. Olamaz… Hala yaşıyordum Her işi başarırken ölmeyi becerememiştim. “Kahretsin… kahretsin . ” dedim.. Neden? Neden kurtardılar sanki?... Tam o esnada kapı açıldı. Gelen benim dere gözlü Emir’imdi. Sevinç içinde yanıma gelip, yatağın kenarına ilişti. -“Oh!.. Şükürler olsun, kendine geldin Güner’ciğim” dedi… Elimi avuçları içine “Bizi ne kadar üzdün, korkuttun bilemezsin….Niye… Peki niye yaptın böyle bir şeyi?. Anlayamıyorum” dedi. Böyle bir soru sorduğuna göre, Fikret henüz bir şey anlatmamıştı. İçimde yeniden bir umut doğar gibi oldu. Mantıklı bir sebep söylemek istedim. -“Şey.. Ben… Ben bu durumu kabullenemedim…. Kendimi bir suçlu gibi hissettim sanırım… Hem de..” Emir’in elini dudağıma koyup, konuşmamı böldü. -“Tamam canım..tamam… Nasılsa konuşacak çok zamanımız olacak” dedi .. Lütfen kendini yorma?” Eğilip yanağıma bir öpücük kondurmuştu ki, telefonu çalmaya başladı. Arayan Fikret’ti. Emir kendime geldiğimi ve sağlığımla ilgili korkulacak bir şey kalmadığını belirttikten sonra, telefonu bana uzattı. -“Canım… Fikret sana geçmiş olsun demek istiyor” Başımla yok verme işareti yaptım. Emir rica eder gibi yüzünü ekşitince cevap vermek zorunda kaldım. Celladım hattın öbür ucunda duruyordu. Telefonu kulağıma dayadım, derin bir nefes aldım. -“Efendim…” -“Geçmiş olsun Güner..” -“Teşekkür ederim…” -“Çok üzgünüm….Hamile olduğunu bilmiyordum….. Tüm bu olanlara sebep olduğum için çok üzgünüm” -“………” -“ Üstelik, Emir’in yıllardır nasıl bebek hasretiyle yanıp tutuştuğunu da iyi biliyorum. “ Hayret.. Ses tonu inanılmaz derecede yumuşak ve sevecendi. -“Lütfen beni dikkatlice dinle şimdi… Gerekirse cevaplarını sadece evet veya hayır diyerek ver….” -“Evet..” -“Geçmişte olanlar ile ilgili Emir’e en ufak bir şey söylemiş değilim… Söylemeye de niyetim yok.. Seninle yeniden karşılaştığımızda yaptıklarını ödetmeyi istemedim değil… ancak can dostuma bunu yapamazdım… Anlıyor musun? “ -“Evet…” Fikret konuşmasını sürdürürken, kulağım telefonda, elim yüreğimin üzerinde, gözlerim ise Emir’in gözlerindeydi. Dikkatle dinliyordum çünkü, onun ağzından çıkan her kelime geleceğimin yönünü değiştirecekti. -“ Zaten mağaza sahipleri, yaşanan olayın, menfi bir reklam olacağını düşündükleri için, şikayetçi olmayı istemediler ve olay örtbas edildi.” -“Evet..” -“Diyeceğim o ki Güner.. Her türlü olumsuz düşünceyi kafandan at ve sevgili Emir’in beklediği yavruyu sağlıkla dünyaya getir. Senden istediğim bu.. Bir kez daha çok geçmiş olsun..” -“Sağol … Sagol Fikret… Tüm iyi niyetine, sonsuz teşekkürler ediyorum” Telefonu kapattığımda göz pınarlarımda biriken yaşlar, akmaya hazır bekliyordu. Telefonu Emir’e uzatırken, birden canlanmış ve sanki yeni doğmuş gibi olmuştum. Emir şaşkın yüzüme bakıyordu. Bu kadar uzun ne konuştuğumuzu ve Fikret’in ne söylemiş de beni bu kadar neşelenmiştim merak etmişti. -“Doğrusu kıskandım.. Ne uzun sürdü bir geçmiş olsun demek” diye takılmadan duramamıştı. Tam kara bulutlar üzerimizden kalktığına sevinirken, bu kez de karnımdaki bebeğin akıbeti aklıma gelince, dehşete kapıldım. Öyle ya, avuç dolusu hap içmiştim. Yattığım yerden iyice doğrularak, Emir’in ellerine yapıştım.. -“Emir… Emir… Ya bebek ? ..Bebeğimize bir şey oldu mu? “ Emir büyük bir sevgiyle, bitkin düşmüş bedenimi kendine çekip göğsüne bastırdı. Alnıma bir öpücük kondurduktan sonra kulağıma fısıldadı. -“Hayır sevgili Çok şükür zamanında müdahale edilerek miden yıkandı… …. İkinizde bir zarar görmeden kurtuldunuz Allah sizleri bana bağışladı” dedi. Ancak bundan böyle tüm vitamin haplarını bir kerede içmeye kalkma, tamam mı? “ Artık göz yaşlarımı tutamıyordum, ama bu kez mutluluktan ağlıyordum. İçimden bir ses o minik varlığın hatırına, Yüce Rabbimin artık beni bağışladığını söylüyordu sanki. Emir’in de ziyadesiyle duygulanmıştı ve bana eşlik etmekte gecikmedi. . rbirimize kenetlenmiş biçimde bir süre durduğumuzda gözyaşlarımız birbirini karışarak akmasına izin verdik. Her damla sanki içimizi yıkıyor, ferahlatmamıza katkıda bulunuyor gibiydi. Bu duygu yoğunluğundan kurtulur kurtulmaz, Emir oturduğu yerden kalkıp, -“Bu kadar dram yeter… Biraz de neşelenmeye ne dersin ?” dedi. Pencere önüne dizilmiş çiçek sepetlerinin yanına gidip, üzerlerindeki karları topladı ve bir bir okumaya başladı S O N Zeki bir kadındı. İnanmış göründü. Meselenin bu kadar basit olmadığını elbette ki anlamıştı, ama üstelemedi. Kahvaltıdan hemen sonra, Emir işe gideceğini söyleyip evden ayrıldı. Halbuki daha önce birkaç gün işe gitmeyeceğini söylemişti. Böyle sessiz sakin bir iki gün daha . Emir bu zaman içinde hep erken gidip, geç geldi ve doğru dürüst birbirimizle konuşacak bir zamanımız olmadı. Belli ki o da olanlardan son derece pişmen ve mahcuptu. Benimle karşılaşmamama özen gösteriyordu. Ben de onun bu tavırlarına dayanamıyordum. Bir sabah kahvaltıdan sonra Nadire hanıma birkaç gün evime gitmek istediğimi, komşularımın da beni merak etmiş olabileceğini söyledim. Bunu kesin bir dille ifade ettiğim için çaresiz kabul etti. Odamı toparlayıp, giysilerimi bavula koydum. Gülerin çekmecesinden ödünç aldığım birkaç geceliği yıkamış, ütülemiş ve hazır etmiştim. Yerine koymak için fırsat kolluyordum. Makine sesinden güllünün halıları süpürdüğünü anlayınca doğruca Emir’in odasına gidip onları etajerden aldığım çekmeceye yerleştirdim. Odadan çıkmadan önce, Emir’in yatağına son bir kez baktım. Birkaç gece önce yaşadığım anlar aklıma gelince, yeniden baştan aşağı titredim. Kısa da olsa yaşadığım anlar, bir ömre bedeldi benim için. Onu bırakıp gitmek zor olacaktı. Kapıyı usulca kapatıp çıktım. Elimde bavulum merdivenlere doğru geldiğimde, telefonun çaldığını duydum. Güllü yetişip cevapladı. İfadesinden arayanın, Emir olduğunu anlamıştım. Kulağım Nadire hanımın konuşmalarında yavaş, yavaş aşağıya indim ve bavulumu dış kapıya uzanan koridora bırakıp içeri girdiğimde, Nadire hanım hala konuşuyordu. -“Tabi, tabi… Tamam oğlum” gibi bir şeyler söyledikten sonra, “Güner gidiyor oğlum” dedi. Herhalde annesinin yalnız kalmasını istemiyordu. Ne sorduysa, Nadire hanım, -“Yok… Sen hiç merak etme… Semiha gelecek birkaç gün” dedi. Sonrada -“Ha..Geldi Bak veriyorum oğlum” deyip telefonu bana uzattı. -“Evladım… Emir seninle konuşmak istiyor” Yüzüme ateş basmıştı. Bir elim çarpan kalbimin üzerinde, telefonu Nadire hanımın elinden alıp, koridora doğru ilerledim. Hemen cevap verememiştim. Çünkü ne diyeceğimi bilemiyordum. Bu arada Emir ahizenin diğer ucundan “Alo..Alooo” diye sesleniyordu. Heyecanımı anlamasından korkarak, -“Efendim” diyebildim dedim.. Ben kedimi tutabilmiştim, ama Emir”in sesindeki heyecan, açıkça belli oluyordu. -“Güner… Nereye gidiyorsun?” -“Evime elbette ki! Ne durumda olduğuna bakmam gerek” Kısa bir sessizlik ardından Emir, -“Bunu daha sonra yapsan olabilir mi?... Çünkü seninle konuşmak istiyordum” dedi. Allah, Allah…. Ne olabilirdi ki konuşacağı? … Ama ne olursa olsun, artık birkaç gün buradan gitmek ve biraz kendimi dinlemek istiyordum. -“Kendimi iyi hissetmiyorum… yalnız kalmaya ihtiyacım var” dedim. Yine kısa bir sessizliğin ardından, -“Peki Güner… Madem öyle istiyorsun git… Ama seni aramak istersek nasıl ulaşacağız? “ dedi. Merak etme… Az sonra Semiha gelecek, ben ona telefon numaramı bırakırım” dedim. Eminim söylemek istediği çok şey vardı, ama beceremiyordu. Ya iyi bir karar verdiğimi düşünüyordu, ya da …. Bunu hayal bile etmeye korkuyordum doğrusu.. -“Güler… Orada mısın?” -“E..Evet.. Tabi” -“Sana şimdilik güle, güle diyorum o zaman… Bizi merakta bırakma tamam mı? Deyip telefonu kapattı. Konuşma bitmiş olmasına rağmen, telefonu sıkıca tutmaya devam ediyordum. Onun sıcaklığı tellerden avuçlarıma kadar ulaşmış gibiydi ve bırakırsam kaybolup gidecekti sanki. Arkamı dönünce, Nadire hanımın soran bakışlarıyla karşılaşıp, gülümsedim ve gidip telefonu yerine bıraktım. Çalın kapı zili bir açıklama yapmaktan kurtarmıştı beni. Güllü’yü beklemeden koşup açtım. Gelen Semiha idi. Ben yukarıda hazırlanırken, Nadire hanım onu arayıp, gideceğimden bahsetmiş, O da evi yakın olduğu için kısa sürede gelmişti. Üzerine giydiği kısa kollu ve minik çiçeklerle bezeli elbise çok yakışmıştı. Birlikte bir süre sohbet ettikten sonra, izin isteyip yanlarından ayrıldım. Yola koyulduğumda, telefon numaramı bırakmadığım aklıma geldi. Ama geri dönmeye üşendim. Nasıl olsa bende onların numarası vardı, bir araya evden arar verirdim. *** Mahalleye vardığımda öğlen ezanı okunuyordu. Paket taşlarıyla döşenmiş sokağımızda yürürken, mezarlığa bakan evimi, mahallemi ne kadar çok özlediği fark ettim. Benim için iki üç haftalık ayrılık, çok uzun bir zamandı. Çünkü daha önce buralardan hiç gitmemiştim ki! İki katlı ahşap evimin kapısına geldiğimde tarifsiz bir sevinç içindeydim. Sanki yabancı bir ülkeden dönmüş gibi etrafıma uzun, uzun baktıktan sonra, kapıyı açıp içeri girdim. Mütevazı evim çok havasız kalmıştı. Hemen bütün camları açıp, temiz havanın içeri girmesine izin verdim. Daha sonra her zaman yaptığım gibi mutfağa geçip ilk iş ocağa çay suyu koydum. Evden gitmeden tedbir olsun diye tüm fişleri yeniden yerlerine taktım. Çayı ateşe koyunca karnımın da acıktığını fark ettim. Ama dolap, terek bomboştu. Hemen telefona sarılıp Mihriban’ı aradım. Buraya çağıracak ve gelirken de fırından simit almasını isteyecektim. Ancak telefona cevap veren olmamıştı. Dedikoducu Mihri kim bilir nereye gitmişti? Evlerinde girerken çocuklar top oynuyordu. İçlerinden birini gönderebilirim diye pencereye çıktım. Baktım İrfan da orada top koşturuyor, seslendim ve hemen topu bırakıp pencerenin altına koştu. -“Aaa.. Salhe abla… Sen ne zaman geldin.. Çok özledim seni” dedi. -Az önce geldim.. Sen oynuyordun fark etmedin” dedim. Gözlerinin içi gülüyordu bana bakarken.. Beni çok severdi kerata. Annesinin nerde olduğunu sorunca ”Altın gününe gitti” dedi. Bizim mahallede böyle bir adet de vardı. Ayda bir toplanır, bir kişiye altın verirler, hem de bolca dedikodu yapıp rahatlarlardı. Neyse… İrfan ricamı kırmayıp fırına gitmeyi kabul etti. Pencereden parayı aşağı atarken, bakkal dan da bir kalıp peynir alırsın dedim. O yolu tutmuş koştururken, arkadaşları arkasından bağırıyordu. -“Nereye gidiyorsun oğlum… Gelseneeeeeee” İrfan hızını almış ve yolu çoktan yarılamıştı bile.. Az sonra elinde torba koşarak nefes, nefese geri geldi. Ter içinde kalmıştı. -“Ne koşturdun bu kadar A..Oğlum” dedim. Yüzünde bir sırıtma, -“Az önce çıkmışlar fırından… Soğumasın diye” dedi. Torbayı elinden alıp, yanağına bir öpücük kondurdum. Torbadan bir simit alıp ona uzattım ve “Al bu da senin payın..” dedim. Kibar çocuktu. Teşekkür etti ve nazlanmadan aldı. Aslında gel içeri bir bardak da çay iç diyecektim, ama vazgeçtim. Bizim mahallelinin sağı, solu hiç belli olmazdı. Durup dururken ileri geri konuşmalarına sebep olup, canımı sıkmak istemedim. *** Minik bahçem susuzluktan kurumuş bir haldeydi. Derhal çiçeklerimi bola sulayıp, sararan yaprakları temizledim. Etrafı bir güzel ıslatıp süpürünce ”Oh!.” Bahçe biraz olsun kendine gelmiş oldu. Tepsiye çayımı, nevalemi alıp oturma odasının penceresi önündeki sedire kuruldum. Kendi ellerimle demlediğim çayı içmenin zevki de bir başkaydı doğrusu. Çaydan sonra üzerime bir rehavet çökmüştü. Yukarı çıkmaya üşendim ve hemen oracıkta sedirde uzandım. Bir iki saatlik bir dinlenme çok iyi gelmişti. Bayağı zinde ve dinlenmiş vaziyette ayaklandım. Her şeye rağmen evde olmak güzeldi. İyi de, evde ağza atacak bir lokma yoktu yine. Alış veriş etmem şart olmuştu. Güneş henüz çekilmişti ve akşam serinliği başlamıştı. Dışarı çıkmak için ideal bir andı. Üzerime bir pantolon ve penye bluz geçirip evden çıktım. Mihriban’ın kapısının önüne gelince, ziline bastım. İçerden hemen otomata basıldı. Ben tekrar zili çaldım.. Bu kez Mihri kızgın bir ifade ile bağırdı. -“Kim Ooooooo…? “ -“Ne bağırıyorsun öyle… Üstelik kim o demeden, niye açıyorsun kapını?” Mihri sesimi hemen almıştı. Heyecanla bir şekilde pencerede göründü. -“Ay kız, sen ne zaman geldin?.. Pes yani… Ne uzun bir akraba ziyaretiymiş bu böyle? “ -“Allah, Allah… Ne O.. Çok mu merak ettin, yoksa çok mu özledin ha? “ -“E.. Aşk olsun sana. Elbette, hem merak ettim, hem de özledim.. İnsan en azından bir alo derdi” -“Haklısın Mihri’ciğim.. Akrabamız çok hastaydı inan.. Zor günler geçirdik.. Aramak falan hiç aklıma gelmedi..” dedim.. Baktım daha dursam Mihriban’ın sorularının arkası kesilmeyecek, evin tamtakır olduğunu ve bir şeyler almak için çıktığımı söyleyince, -“E gel anacığım… Birlikte yiyelim bu akşam… Bir sürü şey pişirdim.. Çok sevinirim vallahi ”dedi. Bu daveti içten yaptığını biliyordum. Ama Ahmet ağabey işten yorgun gelecekti. Adamcağız, soyunup rahatlamak etmek isterdi. Şimdi ne gerekti aniden misafir olmaya. -“Sağ ol Mihri’ciğim… ama gece, gece olmaz.. Ahmet ağabeyi rahatsız etmeyim şimdi…”dedim.. Hem gerçekten alışveriş etmem şart… Yarın görüşürüz seninle olur mu ?” *** Ana caddeye varır varmaz ilk önce bankaya uğrayıp, hesabıma bir göz attım. Hala beni bir süre idare edecek kadar param vardı. Bankamatikten bir miktar para çekip, doğruca markete gittim. Onu, bunu da alayım derken elimde bir iki torba olmuştu. Dışarı çıktığımda, torbaları taşımaya zorlanınca, her zaman yaptığım gibi gereğinden çok şey aldığım için kendime kızdım. Hava iyice kararmıştı. Sokağın başına yaklaşırken on on beş yaşlarında bir oğlun yanıma yaklaşım, -Abla yardım edeyim torbalarınızı taşımaya… Ağıra benziyorlar” dedi. Mahallemizin çocuklarından, bu tip yardımlara alışık olduğumdan teklifi yadırgamadım. Çocuğu pek tanıyamamış olmama rağmen, -“Sağol delikanlı… Sevinirim” deyip, torbaların bir ikisini ona uzattım. Benim elimde hafif olduğu için yumurtaların kartonu kalmıştı. Birlikte birkaç adım atmıştık ki, yanımıza bir araba yanaşıp durdu. Bir adres soruyorlardı. Uzattıkları kağıdı alıp neresi olduğuna bakıyordum ki, arabanın içindeki genç uzanıp, kodluğumun altında duran çantayı hızla çekti. Ne olduğumu anlayamamıştım. Yanımdaki gençten yardım almak için döndüğümde onunda arabanın arka kapısından binmeye çalıştığını gördüm. Bir dolandırıcılık şebekesiyle karşı karşıya kalmıştım anlaşılan. Yumurta kartonunu atıp, çantamın diğer ucuna yapıştım. Ama oğlan var gücüyle beni geri iterek arkadaşına bağırdı. -“Lan bas gaza.. Baz gaza hadiiiiiii” Araba bir ok gibi fırlayınca ben yere düştüm ve sürüklenmemek için çantayı bırakmak zorunda kaldım. Aksi takdirde arabanın altına düşmekten kurtulamazdım. Kendimi toparlayıp, kalkıncaya kadar araba gözden kaybolup gitmişti. Ne çantamı kurtarmayı başarabilmiş, ne de plaka numarasını alabilmiştim. Sadece metalik gri bir araba olduğunu biliyordum, hepsi bu. *** Dirseklerim ve dizlerim yere vurmamın etkisiyle sıyrılmıştı ve çok canım yanıyordu. Karşı kaldırımda yürüyen yaşlı bir karı koca, olaya şahit olmuştu. Telaş, içinde, caddeyi geçerek bana yardıma koştular. Sızlayan dirseklerimi tutunca, elime kan bulaşmıştı. Hiç kana bakamazdım.. Birden çok fena oldum ve gözlerim karardı. İhtiyarlar bayılmak üzere olduğumu anlamışlardı. Kadın hemen çantasından küçük bir kolonya şişesi çıkartıp, elime yüzüme serpti. -“Geçmiş olsun evladım… Hay elleri kırılasıcalar… Teksas oldu buralar, Teksas…” -“Neymiş..? Ne olmuş..?” Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimi hemen karakola gitmeli, kimi polis çağırmalı gibi bir şeyler geveliyordu. Adamlardan biri ise, yerden aldığı yumurta kartonunu bana uzatıp, -“Çoğu kırılmış ama içinde sağlamları da var” deyince, bastım kahkahayı. Bir histeri krizine yakalanmış gibi bir süre güldüm. Aslında acınacak haldeydim ama, bu hareket nedense bana çok komik gelmişti. İnsanlar da halime şaşırmış, baka kalmıştı. Sonra birden susup, -“Aman be kardeşim” diye bağırdım… Ben burada canımla uğraşıyorum, sen iki sağlam yumurtanın derdindesin… Esas arabanın plakasını alan oldu mu? Siz onu söyleyin… Kimseden çıt çıkmamıştı. Çünkü çoğu meraklarını tatmin etmek için toplanmuş kuru kalabalıktan ibaretti. Yerden kalkıp üstümü, başımı silkeledim ve hala elinde yumurta kutusunu tutan adama dönüp, -“Kusura bakma kardeşim… Sinirden ne dediğimi bilemiyorum” deyip gönlünü anmaya çalıştım. Kalabalık dağılmaya başlarken, bana yardıma koşan yaşlı çiftin ellerini sıkarak teşekkür ettim ve topallayarak evimin yolunu tuttum. *** Ayaklarım beni doğruca Mihriban’ın kapısına götürmüştü. Birkaç kez zile üst, üste bastım. Açılan kapıda üzeri gri eşofmanlarıyla Ahmet ağabey belirdi. Beni üstü başı toz içinde, perişan bir halde görünce çok şaşırdı. -“Aaa. Komşu… Ne oldu sana böyle yahu” dedi… Ardından “Mihri… koş çabuk gel buraya diye içeri bağırdı. Mihriban bu bağırtının ardından uçar gibi merdivenlere koşmuştu. O da beni görünce çok şaşırdı ve gözlerini kocaman açarak, -“Bismillah!... Ne oldu anacığım böyle?”diye haykırıp, eliyle kalçasına vurdu. Üç kişilik bu çekirdek ailenin tüm ferdi, karşıma dikilmiş öğlece şaşkın bir vaziyette yüzüme bakıyor, ama biri akıl edip beni içeri davet etmeyi düşünmüyordu. Dayanamayıp patladım. -“Eeee. Böyle kapı ağzında mı anlatayım ne olduğunu?” Ahmet ağabey, suçlanmış mahcup bir biçimde yana çekilmişti. -“Haklısın bacım… Şaşkınlıktan oldu… Hay Allah ya… Hadi gel.. gel.. Geç içeri şöyle “ *** Elimi, yüzümü yıkamış, dirseklerimden ve dizlerimden akan kanları temizlemiştik. Mihri ile birlikte oturma odasına döndüğümüzde, Ahmet ağabey ve İrfanı merak içinde bekler bulduk. Kanepeye, mihrinin yanına iliştim ve bir çırpıda olanı biteni anlattım. -“Eee.. Mademki çantanla birlikte hüviyetini ve banka kartını da kaptırdın. Mutlaka karakola gidip zabıt tutturman gerekiyor ki, yarın öbür gün başın ağrımasın” deyip ekledi. Bana kalırsa, bankayı hemen ara ve kartını iptal et… Ne olur, ne olmaz” -“E.. Ne gibi iş açılabilir ki başıma?” -“Kardeşim… Hüviyetini kullanabilirler.. Bankadan paranı çekebilirler.. Ne bileyim bu tür şeyler işte…” Boşuna dememişler “Başıma iş geldiğine yanmam.. Etrafa meram anlatması olmasa” diye.. “Amaaan” dedim. Bir de bunlarla mı uğraşacağım şimdi ? Çok canım sıkılmıştı, çok. Bu arada İrfan, yüzünde çok üzgün bir ifadeyle, pür dikkat bana bakıyordu. Elimi başına götürüp, saçlarını karıştırdım. Yüzümü buruşturarak, -“Canın çok yanıyor mu?”diye sordu. -“Evet,… Çok yanıyor İrfan’cığım” dedim. Oldukça hırslanmıştı. -“Ah!” dedi… Ben orada olacaktım ki?... Gülümsedim, -“Eeee.. Ne yapardın eğer sen orada olsaydın bakayım?” -“Ne mi yapardım” dedi… Ağızlarını, burunlarını dağıtırdım tabi ki?.. Bu sözün üzerine onu kendime çekip, iyice sıkıştırdım. Ne kadar da içten söylemişti. Eminim boyuna, posuna bakmaz, gerçekten de eğer orada olsa adamların üzerine atlardı. Biraz daha sıktım kollarımda. -“Ah !, benim küçük kahramanım” Mihriban bu arada bizi dinlerken, bir yandan da sofrayı hazır etmişti bile. Deli doluydu ama becerikli bir kadındı. Bu konularda çok takdir ederdim onu. -“Hadi, buyurun… Hem yeriz, hem de konuşuruz” dedi. Hep beraber masaya oturduk. Mihriban gülerek, -“Kız Salhe “ dedi.. Bak gelmem dedin, ama yine kısmetin bu sofradaymış, bu akşam.. -“Gerçekten de öyle “ dedim. Yemekten sonra da bir süre kaldım. Çay içtik. Lafladık. Eve gitmeye zamanı gelince Ahmet ağabey, -“İstersen burada kal bu gece” dedi. Bu teklif en çok İrfanın hoşuna gitmişti. -“Hadi kal… Kal” diye heyecanla bağırdı. Evde kalmaktan korkacağımı düşünüyorlardı, ama endişe etmemeleri gerektiğini, iyi olduğumu söyleyip, ısrarlarına rağmen evimin yolunu tuttum. *** Başıma gelen basit bir hırsızlık olayı sayılırdı. Buna rağmen ne kadar etkilendiğimi görünce, başkalarının rızkına göz dikmenin, haksız kazanç elde etmenin, ne kadar kötü bir şey olduğunu bir kez daha anladım. Oysa ben, içimdeki dürtülere kapılarak, neler yapmış ve her olayın arkasından da secdeye kaparak bağışlanacağımı sanmıştım yıllarca. Ne kadar yanlış ve kısır bir düşünceymiş bu. Nasıl kazınılmış olursa olsun, kimsenin bir başkasının malına, parasına, yaşamına göz dikmeye hakkı olmamalıydı. Yatağıma uzandığımda, bütün bunların vebalinden nasıl kurtulacağımı düşünüyor ve yüreğime çöreklenmiş bu acıyla kıvranırken, gözlerimin önüne Emir geldi. -“Ah!.. Emir seni ne çok seviyorum… Nasıl da ihtiyacım var bilemezsin…”diye iç geçirdim. Nasıl biri olduğumu bilse eminim yüzümü görmek istemezdi.. “Ah! Keşke, keşke” dedim… Seninle eşit şartlarda ve başka bir ortamda karşılaşmış olsaydık…..” Vicdanımın sızısı ve aşk acısı arasında sıkışıp kalmıştım. Gözlerimden yaşlar sel gibi boşalıyor ve yastığımı ıslatıyordu. Uyumak için, büyük bir mücadele vermeme rağmen, vücudum direniyor, bin tane düşünce inadına, inadına beynimin içinde sanki resmi geçit yapmaya devam ediyordu. Allah biliyor ya pişmandım… Hem de çok pişmandım, ama ne fayda. Bütün bunları yapmıştım ve yok sayamazdım ki? Bir gün benimde diyetimi ödeme zamanımın geleceğini biliyordum. O yana, bu yana dönerken, bitap düşmüş ve sabaha karşı ancak uykuya dalabilmiştim. Ertesi sabah ilk iş olarak, doğruca semt karakoluna gidip, şikayette bulundum ve çalınan evraklarım için bir yazı istedim. İfadem alınmış, zabıtlara geçirilmişti. Orta boylu, hafif göbekli bir başka sivil polis, ifademin alındığı odaya gelip, bir de olayı benden dinlemek istediğini söyledi. Ceketini çıkartıp masalardan birinin üzerine oturdu. Gözlerim omuzlarından geçmiş kayışların üzerine astığı tabancasına takılınca, ürktüm nedense. Eliyle karşısında duran sandalyeyi işaret edip, -“Şöyle oturun bayan” dedi. Yetkisi, rütbesi neydi bilmiyordum, ama öyle sert bakıyordu ki sormaya da cesaretim yoktu. -“Efendim ben marketten çıkmıştım” diye anlatmaya başladım. Ancak bilmem kaçıncı kez baştan almama rağmen, bir türlü konuşmanın sonunu getiremiyordum. Sebebiyle masanın üzerine koyduğu telsize gelen “Amirim şöyle… Amirim böyle diyen” konuşmalar ve cevap vermek zorunda kalmasıydı. Böylelikle en azından onun yetkili biri olduğunu anlamıştım. Lafımı bir türlü bitirememe sinirlenmiş olduğum gözünden kaçmamış olmalı ki, özür dileyerek, -“Görüyorsunuz ya… Yirmi dört saat biz işte böyleyiz” dedi. Uğraşmadığımız konu yok… Doğrusu, hak verdim ve acıdım hallerine. -“Allah yardımcınız olsun” dedim… Gerçekten de işiniz zor” Sonunda, güç bele derdimi anlatabildim. Komiser, şimdi size burada kayıtlı suçluların fotoğraflarını göstereceğiz. Bakılım içlerinden seni dolandıranlara benzer biri çıkacak mı? Dedi. Birden çok heyecanlanmıştım. Bir başka görevli masaya birkaç kocaman albüm bırakıp gitti. Erkek suçlular, Kadın suçlular, çocuk suçlular diye ayrılmışlardı. Komiser, çocuk suçlular albümlerinden birini açıp, -“Hadi bak bakalım…” dedi.. Sayfaları çevirirken bir sürü fişlenmiş çocuk resmi görünce şaşırdım. Kimileri yankesicilikten, kimileri yarala, kimileri de esrar satma suçlarıyla buraya dizilmişlerdi. Yaşlarının küçük oluşlarına çok üzülüp etkilenmiştim. Komiser, -“Bunlar da bir şey mi ? “dedi. Daha bizim üç, beş yaşlarında bile suçlularımız var.. Ağzım açık kalmıştı. Duyduklarıma inanamadım. Üç çimden “Hay sizi teşvik edenlere, zorlayanlara lanet olsun” dedim. Komiser, eliyle işaret ederek masaya daha çok yanaşmamı, ve dikkatlice bakmamı söyledi. Bende öyle yaptım. Her biri kartpostal büyüklüğündeki resimlere yeniden daha dikkatlice bakmıştım ki, bir yüz bana sanki tanıdık geldi. Bu torbalarımı taşımak isteyen gence çok benziyordu. O sayfada takıldığımı gören komiser hemen sordu. -“Evet… Ne diyorsun? Tanıdın mı? “ -“Valla efendi.. Şu çocuğu benzettim ama bunun saçları kısa. Benim gördüğüm çocuğun ki daha uzundu.. Yani, düz uzun ve Amerikan traşlıydı.” -“Kardeşim.. Sen saçlara takılma.. Burada kısa olabilir.. Şimdi uzatmıştır… Sen iyi bak o mu değil mi? -“Evet… O” dedim.. dikkatli bakınca emin olmuştum. O da işaret ettiğim resme baktı ve -“Tabi ya.. Kürt Serkan “dedi. Seni araba faresi seni… Meğerse bu çocuk bir çok kez karakola, araba teybi çalmaktan getirilmişmiş daha önce. Yaşı küçük olduğu içinde her sefer serbest kalıyormuş. Çeteler özellikle yaşı küçük çocukları kullanıyormuş bu tür işlerde. Komiser “Bir Dakka “ deyip odadan çıktı. Ben daha şimdi ne olacak diye düşünürken, geri gelmişti bile. Elindeki telsizden oraya ,buraya talimatlar yağdırdıktan sonra gelip önümde durdu. -“On beş dakika sonra oğlanı getirecekler… Sende teşhis edersen, iş birlikçilerini de kolayca buluruz” dedi. Amaaan… Ne çabuk olmuştu bu iş.. Çok heyecanlanıp birden yerimden fırlayınca komiser, -“Hayrola… Sen niye heyecanlandın öyle.. Suçlu olan onlar” deyince tekrar yerime oturdum. -“Elbette onlar” diye fısıldarken, içimden “Ah! Bir bilseniz siz benim neler yaptığımı” diye düşünmeden edemedim. Bu odada tanık olarak bile oturmak bile stres yaratmaya yetiyordu. Sanık olsam kim bilir halim nice olurdu. Düşünmek bile istemiyordum. TEKLİF 2.BÖLÜM O gün ve ertesi gün bulantım, belirli aralıklar ile devam edince, içime bir kuşkudur düştü. Bu yemek dokunmasına falan benzemiyordu. Aklıma doğru olabilir miydi acaba? Ellerim göbeğimin üzerinde kenetli, gözlerim kapalı, bahçeye bakan kodlukta otururken, bir ihtimal bile olsa .u düşünce ile başka alemlere uçup gitmiştim. Nadire hanımın seslenmesiyle kendime geldim. -“Güner…. Ah.. uyuyor muydun yoksa?” -“Yooo.. Hayır teyzeciğim… Uyumuyordum.. “ -“Hay Allah… Gözlerini kapalı, sesin de çıkmayınca ben öyle sandım” Gerçekten de dalıp gitmiştim.. Ama uykuya değil, kendi hayal alemime. -“Bir kırıklık var, üzerinize afiyet.. Grip oluyor gibiyim.. eczaneye gidip ilaç alsam iyi olacak? “ dedim. Nadire hanım, önce evdeki dolaba bakmamı tavsiye ederek “ Bizde C vitamini, yada antibiyotik mutlaka vardır.. Sen bir bakı ver” dedi. Gerçekten de ecza dolabında her tür ilaç vardı, biliyordum.. Ama benim maksadım başkaydı. C vitamini kutusunu gizleyip, Nadire hanıma. -“C vitamini kalmamış.. Çok iyi gelirdi olsaydı.. En iyisi bir koşu gidip alayım” dedim. “Güllü gitsin “ o zaman, bak kendini iyi hissetmiyorsun deyince.. -“Yok.. Ben gideyim , hem hava almış olurum “ deyip çıktım. *** Eczacının erkek olması biraz canımı sıktı. -“Buyurun ne istemiştiniz” dediğinde, hafifçe tezgaha eğilerek -“C vitamı ve” kısık bir sesle “Hamilelik testlerinden bir tane istiyorum” dedim. Diğer müşteriler duymasın diye ağzımda gevelemiştim.. -“Pardon tam olarak anlayamadım” dedi eczacı, Ne istemiştiniz? Yer yarılsa da içine girseydim.. Zaten bunu isteyene kadar içim daralmıştı. Bir de tekrarlamam gerekecekti. Üstelik diğer insanlar da kulak kabartacaktı şimdi. -“Canım.. Şu hazır testlerden istiyorum demiştim. Bir de C-Vitamini” diye tekrarladım. Etrafıma da aldırmıyor görünmek ister gibi şöyle bir baktım. Aslında müthiş utanmıştım. Bütün vücuduma ateş basmıştı. Ezacı kutuyu minik bir torbaya koyup tezgahın üzerine bıraktı ve “Borcunuz.. şu kadar” deyip fişi uzattı. Bunu söylemek ne zormuş meğer… Sanki orada bulunan herkes, benim bir dul olduğumu ve evlilik dışı bir ilişki yaşadığımı bilecek ve bana kötü gözle bakacaklarmış gibi gelmişti bana. Belki de benim siparişim kimsenin umurunda bile değildi. Ama suçluluk duygusuyla bana öyle geliyordu işte. *** Elimde test paketi heyecan iç koşarak villaya döndüm. C vitaminini ecza dolabına bıraktım ve doğruca odama çıktım. Test kutusunu okuyunca iyice şaşırdım. Yazıldığına bakılırsa yarım saat gibi kısa bir süre içinde neticeyi öğrenebilecektim. Müthiş bir şeydi bu. İlk hamileliğimi hastane de kurbağa testi ile yaptırmış ve bir gün beklemek zorunda kalmıştım. Tıp ne kadar çabuk ilerliyordu. Denileni harfiyen yaptım ve test cetvelini banyo tezgahının üzerine koyup odaya geçtim. Bir o yana, bir bu yana gidip, geliyor neticenin ne olacağını bir an önce öğrenmek için can atıyordum. Vakit geldiğinde ise birden kendimi kötü hissettim. Bir türlü gidip bakmaya cesaret edemiyordum şimdi. Ya olumlusuz çıkarsa ?... İyi de ya olumlu çıkarsa ? Sanki iki olasılık da hoş değil gibiydi. Ayaklarım geri, geri gidiyordu. Sonunda tüm cesaretimi toplayarak banyoya gittim. Tarife göre, test çubuğunun üzerinde eğer kırmızı bir çizgi çıkarsa bu hamile olduğumun işaretiydi. Gözlerimi kapatıp tezgaha yaklaştım ve içimden “Bir…İki…Üç…”diye saydıktan sonra üzerine eğilip baktım.. Gayet net olarak kırmızı bir çizgi görünüyordu. Allah’ım… Bu doğru olabilir miydi? Mümkün müydü böyle bir şey? Ben onunla sadece bir gece birlikte olmuştum. Nasıl hamile olabilirdim ki? İlk evliliğimde bile ancak yedi yıl sonra hamile kalabilmiştim. Ben… Ben anne mi olacaktım öyle mi?.. On altı yıl sonra Ha!!.. Allah’ım yoksa bana gerçekten bir şans daha vermiş miydi? İnanasım gelmiyordu bir türlü. Emir’in geliş saatine doğru aşağıda indim. Aşağı indiğimde, şiddetli bir yağmur başlamıştı Bu arada şiddetli i bir yağmur yağmaya başlamıştı. Toprak kokusu girsin içeri diye gidip camı açtım. Bir yandan kafam testin sonucundaydı. Emir ile mutlaka konuşmalı ve durumu izah etmeliydim, ama nasıl? Odanın içinde bir pencerenin önüne, bir içeri doğru gidip gelmelerim, ihtiyarın dikkatini çekmişti. -“Hayrola Güner’ciğim… Sıkıntılı bir halin var gibi” -“A..Yok.. Sadece havanın kapalı oluşu beni huzursuz ediyor. Oldum olası gök gürlemelerinden hoşlanmam.. Korkutur beni” dedim. Bu söylediğim çok da doğruydu. Çocukken her gök şimşek çakıp, ardından gök gürültüsü indiğinde saklanacak yer arardım kendime. Canım anneanneciğim bu korkumu bilir, böyle havalarda mümkün olduğu kadar beni yalnız bırakmamaya özen gösterirdi. Bugün yağmur aralıklarla hep yağmıştı ve şu anda da bayağı hızlanmıştı. Cama vuran su damlalarının çıkarttığı tıkırtı, bana ahşap evimi hatırlatmıştı. Yağmurlu günlerde yatak odamın penceresini açar toprak kokusunu içime çekerken, aynı zamanda karşı mezarlıkta yatan sevdiklerimin yağmur sularıyla ıslanıyor olduklarını düşünerek içlenirdim. Acaba bir rahatsızlık duyarlar mı diye aklımdan geçirir üzülürdüm. -“Neden korkardın ki gök gürültüsünden ?” -“Hıh…” Ah.. dalmışım yine “ Bilmem ki teyzeciğim.. Çocukluğumdan bu yana içimden atamadığım bir duygudur bu.. Şuuraltımda bir nedeni var mutlaka ama hiç hatırlamıyorum nedir?” *** Hava iyice kararmış, sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Emir nerde kaldı diye pencereden bakarken arabası karşımda belirdi. O arabasını park ederken ben de koşup kapıyı açtım. Nadire hanım da oğlunun geldiğine sevinmişti. -“Aman iyi oldu vakitli gelişi… Yoksa bu kötü havada merak ettirecekti bizi” dedi. Emir arabadan çıkınca evrak çantasını başına tutarak içeri doğru koştu. -“Ne berbat bir hava değil mi? “ -“Haklısın… Hele güneşli günlerden sonra hiç çekilmiyor değil mi?” Emir salona gidip, her zaman yaptığı gibi annesinin yanaklarına birer öpücük kondurup, üzerini değiştirmek üzere doğruca odasına çıktı. Ben de yemek masasını hazırlamak üzere mutfağa geçtim. Çok geçmeden Emir aşağı inmiş ve mutfağa gelmişti. Yine kendisine çok yakışan buz mavisi pantolonunu ve üzerine lacivert, kırmızı ince çizgili bir gömlek giymişti. Spor kıyafetleri ona takım elbiseden çok daha fazla yakıştırıyordum. Bunu dile getirmeden de duramadım. Aldığı iltifat hoşuna gitmişti. İçimi ısıtan gülüşüyle teşekkür edip “Dur salatayı yapayım” diye işe girişti. Sofrayı yine birlikte hazırladık. Yemek boyunca birkaç kez gözlerimiz birbirine takıldı. Bu bakışlardan bir mana çıkartmak istiyordum, ancak dile getirilmediği boş hayallere kapılmanın bir manası yoktu. *** TEKLİF - 3.Bölüm İçim içime sığmıyordu artık söyleyeceğim diye karar verdiğim bir sabah erkenden kalktım. Niyetim Emir’i işe gitmeden durdurup konuşmaktı. Parmaklarımın ucunda salona inince çok şaşırdım. Nadire hanımdan bahçeye bakan koltukta oturmuş, namaz başörtüsü başında elinde kuran okuyordu sessizce. Beni görünce gözlüğünü çıkarttı ve elindeki kuranı öpüp, yanındaki sehpanın üzerine bıraktı. Yüzünde hiç mana veremeyeceğim garip bir ifade vardı. Eliyle “Gel” işareti yapıp diğer koltuğu işaret etti. -“Hayırdır teyzeciğim, böyle erkenden kalmış kuran okuyorsun?” -“Evet yavrum… Hayırdır… Hayır da.. Senin nasıl düşüneceğini bilmiyorum.. O yüzden Rabbime dua ediyordum” dedi. -“Aman… Korkutmayın beni… Ne konuda peki ?” Durdu derin bir nefes aldı. -“Lafı hiç dolandırmayacağım kızım.. Emir dün gece herkes yattıktan sonra odama geldi ve Gülerin isteğini yerine getirmeyi düşündüğünü söyleyip fikrimi sordu.” -“Ne.. Hangi isteği? “ -“Hani biliyorsun ya epey önce çok sıkıntılı geceler geçirmişti. Güler’in ruhunun ona yaptığı ziyaretlerden falan bahsetmişti” Kalbim nerdeyse duracaktı.. İhtiyarın ağzından çıkacak her bir sözcük yüreğimi titretiyordu adeta. -“Eee. Evet …Yoksa yeniden mi başlamış bu ziyaretler, o yüzden mi kuran okuyordunuz?” -“Yok, yok…Çok şükür öyle bir şey olmamış ama Emir, daha önce olanlardan huzursuz olduğunu ve Gülerin kabrinde rahat olmadığını düşünüyor. Üstelik sana karşı da büyük bir yakınlık ve sıcaklık duyduğunu, söyleyip anne sen ne dersin bu işe diye sordu.” -“Yani… ? Yine ellerimi tuttu ve sevgiyle gözlerimin içine bakarak, -“Gördün mü bak? Lafı dolandırmayım derken yine uzattım.. Yani Güzel kızım Emir seninle evlenmek istiyor…? … Sen ne dersin?“ dedi. Emir benimle Evlenmek istiyordu. İsterse gelecek ruhlardan korktuğu için, ister karısının arzusunu yetire getirmek için olsun, hiç fark etmezdi. İçimden “Allah derdim ne olacak “diye haykırmak sevinç çığlıkları atmak geldi ama elbette ki böyle demedim ve kendimi tuttum. İçimde birden kopan fırtınayı gizleyerek, -“Ama teyzeciğim bu nasıl olur? Daha kardeşim öleli ne kadar oldu ki? Üstelik onun kocasıyla evlenmek hiç yakışık alır mı? “ Nadire hanımın gözleri buğulanmıştı. Ağladı ağlayacak… Bana hak vermesine veriyordu ancak oğlunun huzursuzluğuna da çok üzülüyordu. Üstelik beni çok sevmişti ve bu evden gitmemi hiç istemiyordu. Bunun en güzel sonucunun bu olacağını dili döndüğünce izah etmeye çalıştı ve -“Bak yavrum… Sen de yalnız yaşayan genç güzel bir kadınsın. Bize Güler yokluğunu ise hiç aratmadın. E lalemin ne diyeceği hiç umurumuzda değil bizim. Bak görüyorsun benim de artık bir ayağım çukurda… Gel sen evet de bu işe.” Dedi. -“Çok şaşırdım teyzeciğim… Ne desem şimdi bilemiyorum.. Düşünmeme bir izin verin “ dedim. -“Tabi ki… Buna hakkın var…”dedi. Duyacağımı duymuştum… Emir’i görmek vazgeçip “İzin isteyerek” gerisin geriye odama döndüm. İlk iş banyoya girip abdest aldım ve dolapta duran seccadeyi çıkartıp yere koydum ve secdeye kapandım. Uzun bir süre Yüce Rabbime dualar ettim. Olabilir miydi? İçimde filizlenmeye başlayan bu varlık yüzü suyu hürmetine Rabbim beni affediyor olabilir miydi? *** Bütün gece hem sevinçten, hem içinde bulunduğum durumun heyecanından doğru dürüst uyuyamadım. Buna rağmen gözlerimi açtığımda saat sabahın dokuzu olmuştu nerdeyse.. Demek ki geç saatlerde derin bir uykuya geçmiştim. Hemen aşağı koştum. Emir gitmeden yakalayıp istedim ama o çoktan gitmişti. Nadire hanımla birlikte havadan sudan konuşarak akşamı ettik. Bana düşünmek istediğimi bildiği için Emir’in teklifi hakkında hiçbir şey sormadı. Emir eve geldiğinde bu kez de bir buket çiçekle gelmişti. -“Bak alışkanlık olacak, her gün eline bakacağım” diye takılmadan edemedim. -“Beni böyle şeylerle korkutamazsınız bayan” dedi. Çok neşeli görünüyordu. Onun bu hali beni iyice cesaretlendirdi. İyi bir gününde olduğu belliydi. Yemekte birbirimize attığımız manalı, gizli bakışlar eminim Nadire hanımın gözünden kaçmamıştı. Akşam çayını içtikten bir süre sonrada kendini yorgun hissettiğini ve erken yatmayı düşündüğünü belirterek odasına çekildi. Sanki özellikle bizi yalnız bırakmak istemişti. Salonda yalnız kaldığımız an, malum kuşum da hemen vazifesine başladı. İkimizde konuşmayı bir diğerinin açmasını bekliyorduk. Emir kendisine bir kadeh içki doldururken, bana da sordu, ama çayla yetinmek istediğimi söyledim. Müzik setini açmıştı. Hoş bir yabancı parça çalarken gelip yanımdaki koltuğa oturdu. Şu an bizim yerimize müzik konuşuyordu. İkimizde suskun dinlerken, yine ikimizde aynı anda konuşmak için teşebbüste bulunduk. -“Sen söyle Emir “ -“Yok Güner sen söyle… Aslında ne öğrenmek istediğimi biliyorsun… Yeterince düşünecek zamanın da olmuştur eminim” dedi. Yüz kere, bin kere cevabım “Evet” olacaktı elbette ki. Ona hayır demem ne mümkündü. Ancak hamile olduğumu söylediğimde tepkisi ne olacak bilemediğim için korkuyordum. -“Biliyorsun musun? Eğer arada kardeşim olmasaydı, her şey çok daha kolay olurdu. Senin gibi bir erkeğin eşi olmak büyük mutluluk “…. Emir konuşmamı kesip atıldı. -“Yani…Cevabın evet mi … ?” -“Sana evet demeyi bütün kalbimle istiyorum Emir.. Ancak..” -“Ancak mı? … Ancak Ne Güner?” -“Gülerin hep bizim aramızda kalacağını düşünüyorum… Bu da ilerleyen günlerde sorun yaratır belki diye beni korkutuyor.. “ Son söylediklerime cevap vermeyip Emir susmuştu. Eyvah… Etkileyici konuşmak isterken, dramın ucunu kaçırmıştım anlaşılan. Bir çuval inciri berbat etmiştim işte. Hemen atıldım ve konuşmayı kaldığım yerden sürdürdüm. -“Ancak, bilmen gereken çok önemli bir şey var..” -“Yaa… Neymiş O? Ayağa kalktım, elinden onu da tutup kaldırdım ve kısık bir sesle, -“Emir… Galiba ben hamileyim” dedim. -“……….” Öylece donup kalmıştı. Yok.. Bir çuval inciri berbat etmekle kalmamış, iyice çürütmüştüm. Dere yeşili gözler karnıma dikili öylece duruyordu. “Hadi “ diyordum içimden “Hadi.. Ne olur bir şey söyle… Ölüyorum karşında görmüyor musun?” Bu birkaç saniye, bana sanki saatler geçmiş gibi gelmişti. Heyecandan, olumsuz bir cevap alacağımı düşünmenin sıkıntısından, sırtımdan terler boşalmaya başlamıştı. Bu sessizliğe daha fazla dayanamayacağımı anlayarak, Emir’in ellerini bıraktım. -“Sana iyi geceler… Müsaadenle ben odama çıkıyorum” Tam geri dönmüş gidiyorken, Emir kolumdan yakaladı. -“Dur… Nereye gidiyorsun ?” Beni kendine çekip öyle bir sarıldı ki, neye uğradığımı şaşırdım. Hem de ne sarılma. Öyle bir sıkıyordu ki nefes alamıyordum adeta. Belime doladığı ellerini gevşetmeye çalışırken o kulağıma eğilip, -“Susup kalmamı yanlış anladın Güner. Öyle şok olduk ki, kulaklarıma inanamadım. Bir çocuk sahibi olmayı ne kadar istediğimi bilemezsin… Bilemezsin şu an hissettiklerimi…Bilemezsin…” -“Emir… Dur Emir… Daha fazla sıkmaya devam edersen, kemiklerim kırılacak ona göre” dedim. -“Özür dilerim… Heyecandan oldu… Gel canım… Gel şöyle oturalım yine. Gerçekten çok mutlu görünüyordu ve bunu saklamaya da gerek görmemişti. -“Allah’ım… Annem bir torunu olacağını duyunca aklını kaçıracak inan..” İçi içine sığmıyordu adeta.. Mutluluğunu, sevincini dile getiriyor, gelecek için planlarını arka, arkaya sıralıyordu. Ağzını elimle kapattım. -“Bir şey unutmadın mı bu arada ?... Esas söylemen gerekeni yani?” Birden sanki aklı başına geldi ve hemen koltuktan kalkıp yere diz çöktü ve ellerimi avuçları arasına aldı. -“Söyle Güner… Cevabın Nedir? Benimle evlenir misin …? Bu teklifi alırken öldüm de cennete falan gittim sandım. Gerçek olamayacak kadar güzel anlar yaşıyordum. Bende koltuktan aşağı kayıp ona sarıldım. -“Evet.... Cevabım evet…Tabi ki seninle evlenirim…” Allah’ıma şükürler olsun, bu kez rüyada değildim. Onun kollarının arasında olmak, teninin kokusu, başımı döndürmeye yetmişti. Onu dinlerken hayal alemine dalmış kendimden geçmiştim adeta.. TEKLİF - 4. Bölüm Nikahımızın etrafa çok bahsetmeden ve aile arasında, oturduğumuz villada yapılmasına karar verilmişti. O gün gelip çattığında, hepimiz büyük bir telaş içinde, hem kendimizi hem gelecek davetliler için yapılacak hizmetleri tekrar, tekrar gözden geçiriyorduk. Gelinlik giymek istemeyişimi saygıyla karşıladılar. Nadire hanım, hazır alınmasını istemediği için, Emir’in siyah smokini dışında benim giyeceğim döpiyesi, kendinin ve Semiha’nın kıyafetini aile terzilerinin hazırlamasını istemişti. Kıyafeti tamamlayan yine krem rengi, üzeri incilerle işlenmiş ve yüzümün yarısını tülle örten bir kep, ensede topuz yaptığım saçlarımın üzerine iliştirilirken Semiha, -“İnan bana bir içim su oldun… Çok Güzel görünüyorsun Güner” dedi. Aynadaki görüntüm onu doğruluyordu. Açık gri ve parlak bir kumaştan yapılan döpiyes, aynı renklerden üzeri incili kep ile bende kendimi çok beğenmiştim. Ancak sabahtan beri içimde garip bir huzursuzluk vardı. Mutlu olmam havalara uçmam gerekirken, bu sıkıntıya bir mana veremiyordum. Semiha’ya bir ara sordum. -“Nikâh şahitlerimiz kimler olacak biliyor musun ? diye sordum. -“Valla bir tanesi bir aile büyümüz.. Diğeri de Emir’in arkadaşı Fikret isminde bir arkadaşı olacakmış sanırım. Ama ben kendisini tanımıyorum “ dedi. Kız tarafı olarak getirecek bir akrabam olmadığı için, her iki nikah şahidi de mecburen erkek tarafından seçilmişti. Güllü gelip “Hazır mısın?” diye kapıyı çaldığında, titremeye başladım. -“Hadi” dedi… Davetliler aşağıda sizi bekliyor” Merdivelerin başına geldiğimde durdum. Aşağı inerken, ayağım falan takılırda düşerim diye ödüm kopuyor, ilk adımı atamıyordum bir türlü. Semiha arkamdan seslendi. - “Hadi..Güner, .. İn canım” Yüreğimde kanat çırpıntıları, tırabzana tutunarak yavaş, yavaş aşağıya indim. Bu sahne bana hiç de yabancı değildi sanki. Ben bunu film karelerinde hep görmüştüm. Şu anda bizzat yaşıyor olmam da ayrı bir heyecan olmuştu benim için. İlk gözüme çarpan kişiler bir köşeden bana bakan, Ahmet ağabey ve Mihriban olmuştu. Zira Mihriban orda olduklarını belirtmek için, heyecanla el kaldırmış sallıyordu. Emir beni görüp hemen yanıma gelince, onlara gülümsemekle yetindim ve koluna girdim. *** Nikah memuru yemek masası tam orta kısmında oturuyordu. Tam karşısına hazırlanan iki iskemlede belikli bizim için konmuştu. Nikah şahitlerinden yaşlı olanın yüzünü, merdivenlere dönük olduğu için görebilmiştim. Lacivert takım elbise giymiş ve sırtı dönük olanı Emir’in arkadaşı Fikret olmalıydı. Biz masaya yaklaşırken hepsi birden ayağa kalktı ve alkışlanmaya başladık. İşte o an Fikret’in yüzünü de görebilmiştim. Keşke görmez olsaydım. Alkışlar adeta kulaklarımda büyük bir uğultu haline dönüşmüştü. Fikret dedikleri kişi, benim birkaç sene önce top, top kumaşlarını çaldığım mağazanın müdürü Erdem beyden başkası değildi. En mutlu günüm, yaşamımın en kara günü olmaya adaydı şu an. Başımdaki kepin tülü, yüzümün yarısını kapladığı için o beni henüz tanımamıştı. Nikah memurunun karşısına geçip oturduğumuzda yine bir hazan yaprağı misali titriyordum. Sabahtan beri yakamı bırakmayan sıkıntının sebebi buymuş demek. Nikah memurunun sözleri kulaklarımda çınlarken düşüncelerimden sıyrıldım. Esprili bir konuşma ardından, -“Bu nikahın kıyılmasına bir itirazı olan varsa, hemen şimdi konuşsun… Yoksa sonsuza kadar sussun” * * * Salonda büyük bir sessizlik hakimdi şimdi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Defter önümüze sürüldü, imzalarımızı attık ve herkes ayağa kalktık ve adet olduğu üzere, Emir kepin tülünü arkaya atıp, yanaklarımdan öptü. Az sonra gerçeğin ortaya çıkacağı korkusuyla, titremem daha da artmıştı. Emir bunun heyecandan olduğunu düşündüğünden, arada bir elimi sıkarak bana güç vermeye çalışıyordu. Sıra şahitler ile tokalaşmaya geldiğinde önce nikah memuru ile sonrada yaşlı nikah şahidim ile sonra da Erdem bey ile tokalaştıktan sonra davetliler ile tokalaşıp öpüşme faslına geçildi. Mihri ve Ahmet ağabey’e İrfanı niye getirmediklerini sorduğumda bira üşütmüş, bu yüzden kalabalığın arasına sokmak istemedik dediler. Mihri benim adıma ne kadar sevindiğini söylüyordu. Bana candan sarılıp termik ettiler. Yakama bir altın iliştirmeleri ise beni çok duygulandırdı. Tebrikleri kabul ederken, bir yandan gözüm sürekli Erdem beydeydi. Bakışlarından anlam çıkarmaya ve beni tanıyıp, tanımadığını anlamaya çalışıyordum. Yalnız hala neden onu Fikret diye çağırıyorlardı? Bir mana veremiyordum. Yoksa ben benzetiyor olabilir miydim? “Ah!.. Keşke…..dedim içimden… Keşke öyle olsa..” Ama daha fazla bu şüphe ile yaşayamayacaktım.Tebrikler bitip ikram servisi başladığında, Emir’in de yanımdan bir süre için ayrılmasını fırsat bilip, doğruca Fikret yanına gittim. Hiç ummadığım bir anda karşıma çıkan büyük bir tehlikeydi o ve ne olursa olsun onunla konuşup içimdeki bu korkuya bir son verecektim. TEKLİF – 5.Bölüm Elinde kadehi, etrafa gülümseyerek bakan Fikret, ben yanına gidince gayet ciddi bir havaya büründü. Elimi uzattım, -“Tekrar Merhaba Fikret bey… Emir’in çok yakın bir arkadaşı olduğunuzu öğrendim… İş dünyasından mı?.. Yoksa çocukluk arkadaşı mısınız?“.. Merak ettim” -“Hayır hanımefendi, bilemediniz” dedi… İkisi de değil. Biz asker arkadaşıyız. Bu şık nedense hiç aklıma gelmemişti, şaşırdım. -“Yaa..Öyle mi?” Asker arkadaşlıklarının çok kalıcı olduğunu duymuştum… Demek ki doğruymuş… Hala dostluğunuz sürdüğüne göre” -“Evet… Çok doğru söylediniz hanımefendi” dedi. Ancak yanıldığınız başka bir konu var” dedi. Yüzümdeki gülücük donmuş, ve kaskatı kesilmiştim. Heyecandan döktüğüm terler, sırtımda buz kesmişti. -“Anlayamadım… dedim…” Ne konuda?” Sesimin titremesine engel olmamıştım O ise son derece kendinden emir bir tavır içindeydi. Bir eli cebinde, diğer elinde tuttuğu içki kadehinden bir yudum aldı. Dudaklarına kondurduğu sahte bir gülü ile, gözlerimin ta içi bakarak konuştu. -“Öncelikle adım Fikret Erdem….. İş hayatında ise sadece Erdem…Siz de beni bu -“……………………” -“Tanımadığımı umuyordunuz değil mi?…. Nerdeyse beni işimden edecek bir olayı, Nasıl unuturum ki?... Aradan onca zaman geçmesine rağmen hanımefendi ben sizi hiç unutmadım ve bir gün karşıma çıkacağınızı da kesinlikle biliyordum” dedi., Kulaklarım uğulduyor, beynimin içinde ziller çalıyordu. Yer yarılsa da içine girseydim. Buhar olup, uçup gitseydim. Ama öyle isteyince olmuyordu işte. Erdem, yada Fikret…. Demek ki rövanş yapacağı günü beklemişti. Tavrından bunu ortaya koyuyordu da. Ancak ne cevap vereyim dememe fırsat kalmamıştı… Sanki biri ayaklarımın altından döşemeyi çekip almış gibi, bir anda gözlerim kararmış ve her şey silinip gitmişti. Tam yere yığılmak üzereyken Fikret bir hamle yaparak beni belimden sıkıca kavradı. Elinden fırlayan içki kadehinin sert zeminde çarparak çıkarttığı ses, diğer davetlilerin bakışlarının bize yönelmesine sebep olmuştu ve Fikretin kollarında kendini salmış halimi görünce, salon bir anda karışmıştı. Emir heyecan içinde yanımıza koştu. -“Güner…. Güner ne oldu… ? Fikret Emir’in yüzündeki endişeyi ve heyecanı görünce, onu sakinleştirmeye çalıştı. -“Merak edilecek bir şey yok… Hafif bir baygınlık sadece, hepsi bu.” Emir gerçekten çok endişelenmişti. “Hepsi bu mu?... hepsi bu olur mu hiç ?” Bu sözler ağzından çıkar, çıkmaz, etrafımızdaki insanlarda merak yaratacağını bildiği için pişman olmuş ve gerisini getirememişti. Ancak eğilerek Fikret’in kulağına bir şeyler fısıldadığında, şaşırma sırası Fikret’e gelmişti. -“Yaaaa… “dedi.. Öyle mi ? Onun hayret dolu bakışlarından, Emir’in hamile olduğumu Fikret’in kulağına fısıldadığı anlamıştım.. Emir daha sonra davetlilere dönerek “Beni mazur görmelerini, bütün hafta kokuşturmaktan ve heyecandan yorgun düşmüş olabileceğimi söyleyerek, benim adıma dinlenmem için izin rica “etti. Oysa tamamen kendime gelmiştim. İyi olduğumu söyleyerek aşağıda kalmak için ısrar ettim. Fikret buradan ayrılmadan önce aramızdaki meseleyi bir açıklığa kavuşturmak , yüreğime çöreklenmiş derin sıkıntıdan kurtulmak istiyordum. Ancak, emir’in ve davetlilerin yoğun ısrarları üzerine, çiçeği burnunda eşimin kollarında, çaresiz odama çıkmak zorunda kaldım. Nikahtan birkaç gün önce Emir’e, sözde kardeşim ile, daha önce paylaştığı odayı, bundan böyle bizim odamız olarak kullanamayacağımı belirtmiştim. Bana hak vermişti ve bu eve geldiğimden beri kullandığım misafir yatak odası artık ikimizin yatak odası olarak hazırlanmıştı. Emir bir alnıma bir de eliyle dudaklarından ödünç aldığı başka bir öpücüğü karnımın üzerine koydu ve dinlenmemi adeta emrederek, odadan çıktı. *** İlk günden beri çok sevdiğim bu odada kendimle baş başa kalınca, artık diyet ödeme günümün gelmiş olduğunu düşünüyordum. Bu kadar büyük bir mutluluğu benim gibi bir kadının hak edebileceğini düşünmem bile büyük hataydı zaten. Tuvalet masasının pufuna oturup, aynadaki çaresiz yüzümü bakınca, gözyaşlarım boşalıverdi.. Fikret benden şikayetçi olduğu an, kendimi demir parmaklıklar arkasında bulacağım kesindi. Yolun sonuna geldiğimi düşünüyordum Ellerimi karnımın üzerine koydum. Şu anda ne insanların hakkımda düşünecekleri olumsuzluklar, ne Emir’in türlü riskleri göze alarak elde ettiğim sevgisinden mahrum kalacağım, ne de senelerce demir parmaklıklar ardında kalabileceğim umurumda değildi. Beni tek üzen hasretiyle yanıp tutuştuğum bebeğime ne olacağıydı. Hangi şartlar altında doğacak, kimlerin elinde büyümek zorunda kalacaktı? Kim bilir? O yeni filizlenmeye başlayan bir çiçekti, açmadan solmasına, annesi yüzünden geleceğine leke vurulmasına ve benim günahlarının faturasının ona çıkartılmasına izin veremezdim. Vermeyecektim de. *** Bir robot gibi yerimden kalkıp, gelinliği üzerimden çıkartıp koltuğun üzerine koydum Bu gece iç alınmış, alınmış gül kurusu rengi saten geceliği dolaptan çıkartıp, banyo gittim. Şu an hiçbir şey hissetmiyordum, çünkü bütün hislerimi dondurmuştum. Ecza dolabını karıştırıp, içi dolu bir ilaç şişesini aldım. Gözüm bardak aradı, ama yoktu. Diş fırçalarının kabını boşaltıp, içini bile çalkalamadan suyla doldurdum ve iki postada renkli hapların hepsini içtim. Neye yaradıklarına bakmamıştım bile. Çok miktarda alındığı taktirde, nasıl olsa istediğim sonuca ulaştırırdı beni. Aynadaki yüzüme tekrar baktım. Akan rimellerin bıraktığı kara izlerle korkunç görünüyordum. Evet…Ölüm yolculuğuna hazırlanıyordum, ama beni böyle çirkin bir şekilde bulmalarını istemiyordum. Kremli pamukla makyajımı çıkarttıktan sonra, küvetin içine girip ılık bir duş ve ardından abdest aldım. Geceliğimi giydim, saçlarımı tarayıp, arkada tek bir örgü yapıp yatak odasına geçtim. Son olarak iki rekat da namaz kıldıktan sonra, artık hazırdım. Güllü ve Semiha’nın özenle hazırladığı gelin yatağıma uzandım. Bir an, “Geride bir mektup bıraksa mıydım?” diye düşündüysem de vazgeçtim. Ben ölüp gittikten sonra, ne derlerse desinler ne önemi vardı ki….? TEKLİF – 6. Bölüm Cennete mi gittim yoksa? Bu güzel çiçek kokuları da ne böyle diye gözlerimi araladığımda, kocaman bir hastane odasında ve tek başıma yatmakta olduğumu gördüm. Olamaz… Hala yaşıyordum Her işi başarırken ölmeyi becerememiştim. “Kahretsin… kahretsin . ” dedim.. Neden? Neden kurtardılar sanki?... Tam o esnada kapı açıldı. Gelen benim dere gözlü Emir’imdi. Sevinç içinde yanıma gelip, yatağın kenarına ilişti. -“Oh!.. Şükürler olsun, kendine geldin Güner’ciğim” dedi… Elimi avuçları içine “Bizi ne kadar üzdün, korkuttun bilemezsin….Niye… Peki niye yaptın böyle bir şeyi?. Anlayamıyorum” dedi. Böyle bir soru sorduğuna göre, Fikret henüz bir şey anlatmamıştı. İçimde yeniden bir umut doğar gibi oldu. Mantıklı bir sebep söylemek istedim. -“Şey.. Ben… Ben bu durumu kabullenemedim…. Kendimi bir suçlu gibi hissettim sanırım… Hem de..” Emir’in elini dudağıma koyup, konuşmamı böldü. -“Tamam canım..tamam… Nasılsa konuşacak çok zamanımız olacak” dedi .. Lütfen kendini yorma?” Eğilip yanağıma bir öpücük kondurmuştu ki, telefonu çalmaya başladı. Arayan Fikret’ti. Emir kendime geldiğimi ve sağlığımla ilgili korkulacak bir şey kalmadığını belirttikten sonra, telefonu bana uzattı. -“Canım… Fikret sana geçmiş olsun demek istiyor” Başımla yok verme işareti yaptım. Emir rica eder gibi yüzünü ekşitince cevap vermek zorunda kaldım. Celladım hattın öbür ucunda duruyordu. Telefonu kulağıma dayadım, derin bir nefes aldım. -“Efendim…” -“Geçmiş olsun Güner..” -“Teşekkür ederim…” -“Çok üzgünüm….Hamile olduğunu bilmiyordum….. Tüm bu olanlara sebep olduğum için çok üzgünüm” -“………” -“ Üstelik, Emir’in yıllardır nasıl bebek hasretiyle yanıp tutuştuğunu da iyi biliyorum. “ Hayret.. Ses tonu inanılmaz derecede yumuşak ve sevecendi. -“Lütfen beni dikkatlice dinle şimdi… Gerekirse cevaplarını sadece evet veya hayır diyerek ver….” -“Evet..” -“Geçmişte olanlar ile ilgili Emir’e en ufak bir şey söylemiş değilim… Söylemeye de niyetim yok.. Seninle yeniden karşılaştığımızda yaptıklarını ödetmeyi istemedim değil… ancak can dostuma bunu yapamazdım… Anlıyor musun? “ -“Evet…” Fikret konuşmasını sürdürürken, kulağım telefonda, elim yüreğimin üzerinde, gözlerim ise Emir’in gözlerindeydi. Dikkatle dinliyordum çünkü, onun ağzından çıkan her kelime geleceğimin yönünü değiştirecekti. -“ Zaten mağaza sahipleri, yaşanan olayın, menfi bir reklam olacağını düşündükleri için, şikayetçi olmayı istemediler ve olay örtbas edildi.” -“Evet..” -“Diyeceğim o ki Güner.. Her türlü olumsuz düşünceyi kafandan at ve sevgili Emir’in beklediği yavruyu sağlıkla dünyaya getir. Senden istediğim bu.. Bir kez daha çok geçmiş olsun..” -“Sağol … Sagol Fikret… Tüm iyi niyetine, sonsuz teşekkürler ediyorum” Telefonu kapattığımda göz pınarlarımda biriken yaşlar, akmaya hazır bekliyordu. Telefonu Emir’e uzatırken, birden canlanmış ve sanki yeni doğmuş gibi olmuştum. Emir şaşkın yüzüme bakıyordu. Bu kadar uzun ne konuştuğumuzu ve Fikret’in ne söylemiş de beni bu kadar neşelenmiştim merak etmişti. -“Doğrusu kıskandım.. Ne uzun sürdü bir geçmiş olsun demek” diye takılmadan duramamıştı. Tam kara bulutlar üzerimizden kalktığına sevinirken, bu kez de karnımdaki bebeğin akıbeti aklıma gelince, dehşete kapıldım. Öyle ya, avuç dolusu hap içmiştim. Yattığım yerden iyice doğrularak, Emir’in ellerine yapıştım.. -“Emir… Emir… Ya bebek ? ..Bebeğimize bir şey oldu mu? “ Emir büyük bir sevgiyle, bitkin düşmüş bedenimi kendine çekip göğsüne bastırdı. Alnıma bir öpücük kondurduktan sonra kulağıma fısıldadı. -“Hayır sevgili Çok şükür zamanında müdahale edilerek miden yıkandı… …. İkinizde bir zarar görmeden kurtuldunuz Allah sizleri bana bağışladı” dedi. Ancak bundan böyle tüm vitamin haplarını bir kerede içmeye kalkma, tamam mı? “ Artık göz yaşlarımı tutamıyordum, ama bu kez mutluluktan ağlıyordum. İçimden bir ses o minik varlığın hatırına, Yüce Rabbimin artık beni bağışladığını söylüyordu sanki. Emir’in de ziyadesiyle duygulanmıştı ve bana eşlik etmekte gecikmedi. . rbirimize kenetlenmiş biçimde bir süre durduğumuzda gözyaşlarımız birbirini karışarak akmasına izin verdik. Her damla sanki içimizi yıkıyor, ferahlatmamıza katkıda bulunuyor gibiydi. Bu duygu yoğunluğundan kurtulur kurtulmaz, Emir oturduğu yerden kalkıp, -“Bu kadar dram yeter… Biraz de neşelenmeye ne dersin ?” dedi. Pencere önüne dizilmiş çiçek sepetlerinin yanına gidip, üzerlerindeki karları topladı ve bir bir okumaya başladı S O N Not : Yazılarımın, izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Copyright@2010 Billur Türkoğlu Phelps YORUM BIRAKMAK İÇİN TIKLAYIN... |
Yazan :
Billur T Phelps Profil bilgileri |